Share This Article
Maryam Mahjoba | Çeviren: Zeynep Duru Köse
Kız kardeşime Taliban’ın ne zamandır iktidarda olduğunu soruyorum. “Bu yazla birlikte 4 yıl oldu,” diyor. Ben “Beş” diyorum. O ise ısrarla “Dört” diye cevap veriyor ve gülerek, “Ayları da say sonra söyle ne kadar zaman geçmiş,” diyor.
Karşımda Afganistan’ın benim doğumumdan önceki siyasi haritası asılı duruyor, artık duvarın bir parçası olmuş gibi. Bazen baktığımı bile unutuyorum. Yüksek dağlar, güneş ışığına batmış mavi gökyüzü ve bitmek bilmeyen acı: işte benim memleketim bu.

Keşke kollarım gökyüzü kadar geniş olsaydı da ülkemin bütün acılarını sarıp sarmalayabilseydim. Odamın dışında güvercinler öğle uçuşuna başlamış. Onları izlemek için balkona çıkıyorum ve neden bana öyle geliyorsa, sanki Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesinden bu yana geçen zaman gerçekte olduğundan çok daha uzunmuş gibi hissediyorum. Belki de 2021 Ağustos’undan beri geçen her gün bir yıl gibi geldiği içindir? Ya da hiç bitmeyecekmiş gibi göründüğü için? Ama zaten ondan önce de hükümet Taliban’la savaşıyordu; her gün insanlar sevdikleri bir kardeşlerini, dostlarını kaybediyordu.
Memleketimin yaraları o kadar çok ki, hangisinin beni en çok etkilediğini bile söyleyemem. Hepsi canlı tel sanki; hangisine dokunsam içim şiddetle sarsılıyor.
Şimdi 29 yaşındayım. Normalde yüksek lisansımı bitirmiş olmam gerekirdi ama o hâlâ uzak bir hayal gibi duruyor. Haberleri dinliyorum, ama politik oyunlardan midem bulandığında romanlara kaçıyorum: onların sayfalarında sığınak buluyorum. Karanlığın beni yutmasına izin vermemek için küçük bir ışığı canlı tutuyorum. Bazen kendi adımla, bazen takma isimle yazıyorum.
İçimdeki yazarı sıkı tutuyorum, çünkü inanıyorum ki memleketime bir siyasetçiden çok, yazarın faydası dokunacak. İşte bu benim hikâyem. Afganistan’ın düşüşünü ben böyle hatırlıyorum…
Eski topraklar, yeni düzenler
14 Ağustos 2021’di. Siyah pantolon, siyah çizgili bordo bir bluz ve saçımın dışarı taştığı ince bir bordo başörtüsü takıyordum. Tekerlekli sandalyemle asansörü bekliyor, parlatılmış kapı çerçevesindeki yansımama gülüyordum. Etrafımda, erkekler ve kadınların büyük bir aceleyle yürüyordu.
Üniversitede geçirdiğim zaman boyunca, kampüsün hiç bu kadar kalabalık olduğunu hatırlamıyorum. Dün gece, üyesi olduğum kadın aktivistler WhatsApp grubundan bir kız mesaj atmıştı: “Başkanın istifa ettiğini duydum.” Sorgulandığında o ayrıntıya girmezdi. Yine de sosyal medya, illerin hangi sırayla devredileceğini gösteren listeler ve sürecin nasıl ilerlediğine dair raporlarla doluydu. Görünüşe göre illerin hükümetle Taliban arasında eşit olarak bölüşülmesine dair bir anlaşma vardı.
O sabah üniversiteye giderken, her zaman olduğu gibi beni götüren abim Ali’ye, yakında bir geçici hükümet kurulacağını; bunun da 2001’deki, ABD destekli Hamid Karzai’nin seçimi kazandığı altı aylık geçici hükümete benzeyeceğini söyledim. Bu günlerde herkes gibi ben de böyle gelişmeleri yakından izliyordum.
Üniversite koridorunda, geçen yıl mezun olduktan sonra görmediğim iki sınıf arkadaşımı bekledim. Biri çantası ve bir kitapla geldi, diğeri cep telefonunu sımsıkı tutuyordu. Hep birlikte eski hocamız Bay A ile yaz meyveleri yedik. Bay A akademik yılı burada, Kabil’de geçirir; yaz ve kış tatillerini ise eşi ve iki çocuğuyla yurt dışında geçirirdi. Bay A, siyasi durum hakkında güncel bilgiye sahip bir gençle tanıştırdı bizi, adı Salehydi.
Arkadaşlarımın ikisi de silahlanıp savaşmayı hevesle savunuyordu. Ben sessiz kaldım.
“Askerler bölge bölge teslim oluyor, hiçbir yerde çatışma yok,” dedi Saleh.
Bay A kızgın tepki verdi. “Ne aptallar! Neden komuta zincirlerini dinliyorlar? Direnmeye devam etmeliler! Silahları, mermileri yok mu? Taliban’ın ilerlemesine izin vermemeliler.”
Saleh şöyle dedi: “Uzak bölgelerde neredeyse hiç silah veya cephane verilmiyor. Herkesin emri teslim olması yönünde.”
Saleh ayrılınca Bay A bize Taliban gelirse ne yapmayı planladığımızı sordu. Arkadaşlarımın ikisi de silahlara sarılmayı savunuyordu. Ben suskun kaldım. Okuma gözlüğünün üzerinden bana bakarak Bay A, kalemimin gücüyle Taliban’a karşı mücadele edebileceğimi söyledi. Tekerlekli sandalyede olduğum için tüfekle savaşamayacağım imasını taşıyordu bu cümlesi.
Ben yine cevap vermedim; onun yerine ağzımdaki kavun dilimini yuttum. Düşündüm ama söylemedim: Bay A’nın kızı yurt dışında piyano çalmakla meşgulken biz neden ülkede silahlanalım? Düşündüm: ordu ne için var? Sonra düşündüm: bunun hakkında konuşmanın bir anlamı yok çünkü artık çok geç.
Birkaç gün önce başka bir arkadaşım kendinden emin bir şekilde Kabil’de silahlı bir çatışma olmayacağını söylemişti. “Buna karar verildi,” demişti. Ama insanlar Taliban’a güvenmiyordu. 1996–2001 yılları arasındaki yönetim döneminde getirilen sert yaşamı, işkenceyi, aşağılamayı ve yoksulluğu hatırlıyorlardı. 2001’de ABD öncülüğündeki güçler tarafından görevden uzaklaştırıldıktan sonra Taliban, iktidarı yeniden ele geçirmek için savaştı ve bu amaç uğruna arada sivillere yönelik terör saldırıları düzenledi.

Dış güçleri hedeflediklerini iddia etseler de gerçekte her terör eyleminden önce yabancı kurumların çalışanlarına cep telefonlarıyla yaklaşan saldırı hakkında mesaj atılırdı. Hem Afgan hem yabancı kurum çalışanları bu avantajı elde ediyordu. Ama yabancı güçler üniversitelerde veya pazarlarda yoktu. Okullarda da değillerdi. Okullarda da değillerdi; özellikle de yakılan kız okullarında. Bu sırada intihar bombacıları, işten evine dönen kamu görevlilerinin araçlarını hedef alıyordu.
Taliban ile herhangi bir anlaşma yapılıp yapılmadığına dair görüşler farklıydı. Bazıları hükümetin yıllardır bir barış süreci üzerinde çalıştığını ve bunun sonucunda Taliban’ın artık kadınların eğitimine ve işe katılımına karşı çıkmayacağını söylüyordu. Diğerleri ise ABD ile Taliban’ın Doha’da bir anlaşma yaptığını; bunun sonucunda Taliban’ın Afganistan’ı devraldığını, ABD ve NATO güçlerinin çekildiğini iddia ediyordu. Amerika’nın Afganistan’daki nüfuzunu korumak için Cumhuriyetçi hükümetten çok Taliban’ı tercih ettiğini söyleyenler vardı.
Siyaset sahası cihatçı liderlerin, uyuşturucu kaçakçılarının ve mafyaların alanı haline gelmişti.
Kıyametin ilk günü
Bunların hepsini bilerek, bütün ülkenin kum gibi elimden kayıp gittiğini hissediyordum. Eski bir komünist olan Bay A Taliban’a ve bazen genel olarak Müslümanlara karşıydı. Taliban’ın sayıca az ama organize olduğunu, bunun da onların başarısının anahtarı olduğunu söylerdi. Öğrenciyken siyaset tartıştığımız her seferinde Bay A tedbiri bırakır ve gerçek düşüncelerini açıkça söylerdi. Tüm öğrencilerini siyasi partilere katılmaya, oy vermeye ve sosyal-siyasal mücadeleye girmeye teşvik ederdi.
Bay A, üniversitenin kapılarından içeri giren en kibar insandı. Ama 1990’ların ortasında Kabil’de iç savaşın sürdüğü dönemde ve sonrasında, Taliban’ın iktidarda olduğu beş yıl boyunca orada değildi. Gençlerin siyasete aktif katılımın yasaklandığını ve siyaset alanının bunun yerine cihatçı liderlerin, uyuşturucu kaçakçılarının ve mafyaların yeri olduğunu anlamıyordu. Bay A yeni bir kuşağın kaderini ele almak için mücadele etmesi gerektiğine inanıyordu. Ona katılsam da, parlamentoyu elinde tutan milis liderleri ve zengin kaçakçıların temizlenmesi gerektiğini biliyordum. Gençlerin kaderlerini ellerine alma şansı bulabilmeleri için önce onlar gitmeliydi. Bizden farklı olarak Bay A defalarca bomba ve top seslerine alışmak zorunda kalmamıştı; arkadaşlarıyla takılırken patlama sesleri: blam, blam! Boom, boom! Wham wham! Thoom thoom! Bir şarkı gibiydi. Bu yüzden bizi anlayamıyordu.
Fıstık yeşili, pamuklu elbise giyiyorum. Saçlarımı toplamışım. Pencerenin dışındaki ağaçlara dönük şekilde oturmuş, güne başlamışım. Tekerlekli sandalyemin üzerindeki küçük masada birkaç kitap ve bir cep telefonu var. Telefonumu elime alıp arkadaş grubumuzdan gelen bir mesajı okuyorum:
Taliban şehir kapılarına ulaştı.
Gözlerim fal taşı gibi açılmış halde bu cümleyi defalarca kardeşim Meena’ya yüksek sesle okuyorum. Hâlâ inanamıyorum. Daha önce her şey sadece bir söylenti gibi geliyordu.
Son öğle yemeği
Dostlarımız ve tanıdıklarımız evimize toplanıyor. Aile üyelerimizin hepsi orada. Bayramlarda bile görmediğimiz akrabalar bile gelmiş. Kabil’deki DEAŞ’lı kadınlar hapishanesinden sorumlu genç bir kız, işten çıkar çıkmaz doğruca bizim eve geliyor. Öğle yemeğinde birçok misafirimiz var. Genç kız şöyle diyor:
Ne zaman o DEAŞ’lı kadınların yanına gitsem ki bazıları Avrupa ülkelerinden geliyor giydiğim kıyafetleri eleştiriyorlar. Kıyafetimin Müslüman bir kadına yakışmadığını, başörtümün altından saçlarımın görünmemesi gerektiğini, ceket ve pantolon giymemem gerektiğini söylüyorlar. Dünyayı zulümden kurtaracaklarını sanıyorlar.
Sonra hangi ülkenin bir sonraki süper güç olacağını konuşmaya başlıyor.
Ailem, havaalanı kapılarının ardındaki insan seline katılmamak için evde kalmayı tercih ediyor.
Tarihin tekerrürü
Ülkeden ayrılmayı planlayan arkadaşlar ve akrabalar evimize uğruyor. Bizim de onlarla havaalanına gidip Amerika, Almanya ya da Londra’ya giden uçaklardan birine binmemizi istiyorlar. Amcamın genç kızı ve oğlu sırt çantalarını takıp bize veda ediyorlar. Çantalarına birkaç su şişesi ve biraz bisküvi koymuşlar. Havaalanının dışındaki insan kalabalığına katılmak üzere yola çıkıyorlar. Şanslarını deneyecekler. Birkaç denemeden sonra ülkeden çıkmayı başarıyorlar.
Uzak bir kadın akrabamız ülkeden çıkma isteğiyle yanıp tutuşarak, kocasını ve beş çocuğunu da yanında sürükleyerek havaalanına gidiyor. Taliban’ın önceki yönetimi döneminde okula gidememiş, film yapma hayalini gerçekleştirememişti. Yirmi yıl öncesinin anıları herkesin hafızasında hâlâ taze: kırbaçlamalar, halka açık idamlar, kadınların baskı altına alınması, kişisel tercihler yüzünden hapsedilmeler… Ve belki de hepsinden kötüsü, Suriye’de DEAŞ’ın yol açtığı felaketin görüntüsü gözlerinin önündeydi; Kabil’in artık yaşanacak bir yer olmadığına inandırıyordu.

Ailem, havaalanı kapılarının ardındaki insan seline katılmamayı, evde kalmayı tercih ediyor. Ortalık biraz sakinleştiğinde ülkeyi terk edeceğiz. Herkesin kaçtığı, bizimse kalmakla gitmek arasında sıkışıp kaldığımız bu anlar bizim için çok zor. Kimin doğru kararı verdiğini bilmekse imkânsız.
Geceleri, havaalanı kapılarında ezilen, çığlık atan insanların videolarını izlemek beni o kadar derinden etkiliyor ki, mide bulantısı hissediyorum ve haftalarca o hâlde kalıyorum.
Ay ışığıyla aydınlanan yaz geceleri ve silah sesleri. Askerî uçakların sesi. Bir uçağın bahçemize düştüğünü sanarak neredeyse yataktan düşüyorum. Sivillere ateş edilen silah sesleri eşliğinde uyuyorum
Aynı zaman, farklı yaşamlar
Yabancı güçler çekildikten ve havaalanı kapılarındaki insan kalabalığı dağıldıktan sonra, ülkeden yapılan uçuşlar tamamen durdu. Her şey sessizliğe büründü. Kuşların kanat çırpışları bile duyuluyordu, o günlerin rengi ise hüzündü.
Tüm dünyanın Kabil gibi olduğunu hissediyordum; kimsenin mutlu olmadığını, hiçbir uçağın başka ülkelere gidemediğini. Sosyal medyada insanların dünyanın farklı yerlerinde yaşamlarına normal şekilde devam ettiğini görmek bana garip geliyordu.
Bütün bunlar olurken insanlar nasıl günlük hayatlarına devam edebiliyordu? Tüm bu düşünceler kafamda patlıyordu, çünkü Kabil kalbimdeydi. Onun acısı içimi yakıyordu. O yalnız günlerin sessizliği yabancıydı; soğuk ve güneşsiz bir yer gibiydi.
29 Ağustos 2021, Pazar. Akşamüstü. Ablam, iki erkek kardeşim ve ben, evimize bir sokak uzaklıktaki dedemin evine gidiyoruz. Hep birlikte asmanın altında oturmuşken birden güçlü bir patlama sesi duyuyoruz. Sesi ve ardından gelen sarsıntı bizi dehşete düşürüyor. Daha sonra o sesin, alışık olduğumuz roket seslerinden çok farklı bir ses olduğunu, yakınlardaki bir yerleşim bölgesine yapılan bir ABD drone saldırısından geldiğini öğreniyoruz.
Meğer drone operatörleri, o evin 26 Ağustos’taki havaalanı saldırısını düzenleyenlere ait olduğunu sanmış, ama yanılmışlar.
Ya bu hata bizim evimiz için yapılsaydı?
Bu düşünce, kendi odamda bile kendimi güvende hissedemememe neden oluyor.
Kadın mı? Savaşçı mı?
1998 yılının bir yaz gecesi, büyükannem uykusundan uyanır. Bir bardak su içer. Aşağıdaki sokaktan yaklaşan bir aracın sesini duyar. Araç durur. Perdeyi hafifçe aralar ve ikinci kattaki pencereden dışarı bakar. Silahlı adamlar birini ya da bir yeri aramaktadır. Adamlar, hareket eden perdeyi fark eder ve karşılarındaki evde birinin onları gizlice izlediğini anlarlar. Datsun’un yanına yaklaşır, tekrar yukarı bakarlar. Büyükannem perdeden çekilmez; sessizce orada durur. O kadar uzun süre bekler ki, silahlı adamlar tedirgin olur ve sonunda oradan uzaklaşırlar
Ekim 2021’de, hikâye yazarı olan arkadaşım Zahra, WhatsApp grubuna bir video gönderdi. Videoda Taliban, Zahra’nın sokağındaki evleri arıyordu. Zahra kaçak biri gibiydi; sırt çantası takmış, Taliban evine gelmeden önce kaçmaya hazırdı. Ona yazdım. Büyükanneme benzediğini söyledim; başka bir zamanda, bir pencereden Taliban savaşçılarına bakan bir kadın gibi olduğunu.

Tarih neden kendini tekrar ediyor? Ülkemin kadınları bu korkuyu daha ne kadar yaşayacak?
Zahra’ya WhatsApp’tan şöyle yazdım:
Belki kadınların direnişi, Taliban’ın fikirlerini değiştirir ve kadınlara yönelik kısıtlamalarını dayatmaktan vazgeçmeye zorlar.
Şüpheli dostluk
Kasım karanlığına bürünmüş Kabil’de, akşam saat sekizde dışarıda kimse görünmüyordu. Bu saatte, ailemle birlikte amcamın evindeki akşam yemeğinden dönüyoruz. Artık yemek davetlerimiz bile erkenden bitmek zorunda kalıyor, çünkü geceleri sokaklar çok tehlikeli. Resmî bir sokağa çıkma yasağı yok ama yıllarca güvensizlik içinde yaşamış insanlar artık kendilerini nasıl koruyacaklarını biliyorlar. Taliban milisleri halkla aynı kıyafetleri giydiği için, herhangi biri Taliban üyesiymiş gibi davranarak birini kaçırabilir ya da soyabilir.
Taliban iktidara gelmeden önce insanlar şehrin gece hayatının tadını çıkarırdı; restoranlara, dükkânlara, eğlence yerlerine gider, gece yarısından sonra bile dışarıda kalırlardı. Ama yönetim değişeli üç ay geçti ve artık kimse dükkânını ya da restoranını geç saatlere kadar açık tutmaya cesaret edemiyor. Herkes ışıklarını kapatıp evine dönüyor. Şehir karanlığa gömüldüğünde, yoldaki herhangi bir araba durdurulup aranabiliyor. Taliban öncelikle eski hükümetin askerlerini ve Ulusal Direniş Cephesi’yle bağlantısı olanları arıyor.
Yolun ortasında duran, el fenerini üzerimize tutup durmamızı emreden sivil giyimli adamın Taliban üyesi mi, yoldan geçen biri mi yoksa bir haydut mu olduğu belli değil. El fenerini yüzümüze tutuyor, gözlerimiz kamaşıyor. Eğer bu adamla ya da onun gibilerle ağustostaki yönetim değişikliğinden önce karşılaşsaydık, bizden geriye sadece bir kurşun ve bedenimiz kalırdı. O dönemdeki Taliban militanları, bir vilayetten diğerine yolculuk ederken hükümet ya da yabancı kurumlarda çalıştığınızı öğrenirlerse bazen sadece Hazara olduğunuz için bile başınızı keserlerdi.
Ona bu dostluğun sonu olmayabileceğini nasıl anlatırım bilemiyorum.
Boş sıralar
Eylül 2021’de, hayat normale döndüğünde okullar, işyerleri ve bankalar yeniden açıldı. Ancak herkes hayatına kaldığı yerden devam edemedi. Genç kızlar hâlâ okula gidemiyor, devlet ve sivil kurumlarda çalışan kadınlara ise evde kalmaları söyleniyordu. 17 Eylül’de, 7. ila 12. sınıflardaki kız öğrencilere gönderilen resmi bir emirle, okullarının “bir sonraki bildirime kadar” kapalı kalacağı duyuruldu.
Pek çok kız yine de okula gitti, ancak sınıflarına girmelerine izin verilmedi; öğretmenleri onlara eve dönmelerini söyledi. Sonbahar devam ederken, sokağımızın arkasındaki ağaçların yanından okula giden komşu kızların adımlarını duyamaz olduk. Kış geldiğinde, bu kızlar uzun süredir bekledikleri sınav sonuçlarını almak için okula gittiler, ama elleri boş döndüler. Bir üst sınıf için almaları gereken yeni kitapları da alamadılar.
Kardeşim Ali, omzunu pencereye yaslamış, karaağaca bakıyor. Bana diyor ki:
Bilal de gitti, o da ailesiyle birlikte Amerika’daki ağabey ve ablalarının yanına gitmek üzere yola çıktı. Ama şimdilik, Amerikan vizeleri çıkana kadar İran’a gittiler.
Bilal ve Ali çocukluk arkadaşıydı. Aynı yaştaydılar ve ailem ilk kez bu sokağa taşındığında tanışmışlardı. Bilal, tam karşımızdaki komşuların oğluydu. Pencerenin dışında rüzgâr esiyor, birkaç yaprak ağaçtan düşüyor. Soruyorum:
Gerçekten mi? Bugün mü gittiler?
Ali cevaplıyor: “İki gün önce gittiler. Bu sabah Bilal mesaj attı, Tahran’a vardıklarını ve orada bir ev kiraladıklarını söyledi.”
Ali, şaşkın gözlerle ağaca bakıyor. Yalnızlık duygusu bana da geçiyor. Ona belki hâlâ görüşebileceklerini, dostluklarının burada bitmediğini nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Ali diyor ki:
Ne güzel olurdu, dostlarımızla kendi vatanımızda birlikte yaşlansaydık.
O sevgilinin gözleri de siyahtı
Kadınların kıyafetlerine getirilen kısıtlamalar sonrasında, benden üç yaş küçük olan kız kardeşim Sara, üniversiteye baştan ayağa siyah giyinerek gitmeye başladı. Büyükannemiz her zaman bize siyah giymemizi yasaklardı; çünkü o siyahın uğursuz olduğuna inanır. Derlerdi ki, mutlu bir insan siyah giymemelidir; insanın talihi, en çok dikkat ettiği veya giydiği renge göre değişir.
Ama ben, yüzyıllar önce sûfi bilge Hoca Abdullah tarafından yazılan Gece ile Gündüz Arasındaki Meşhur Münazara’yı okumuş biri olarak, siyah renge o kadar da karamsar yaklaşmıyorum. O münazarada gece, kendi karanlığını savunur ve gündüze şöyle der:
Ben siyah isem, Kâbe de siyahtır; herkesin âşık olduğu o sevgilinin gözleri de siyahtır.
Sadece, kadınların başkalarının isteğiyle belirlenen bir rengi giymek zorunda kalmasına üzülüyorum.
Yüksek lisansa kayıt yaptıramadığım için, ceza kanunu ve dava ilkeleriyle ilgili tüm hukuk kitaplarımı raftan indirdim, bir kutuya koyup bodruma götürdüm. Tüm planlarım suya düştü.
7 Şubat 2021 güneşli bir kış günü. Bir sivil toplum kuruluşunun daveti üzerine Kabil Serena Oteli’nde düzenlenen bir konferansa katılıyorum.
Bir grup genç kız, gelen tüm misafirlere hangi STK ya da devlet kurumu tarafından davet edildiklerini soruyor, isimlerini bir listeye yazmalarını ve imzalamalarını istiyor.
Ana salonda hem genç hem yaşlı hem Afgan hem Avrupalı konuklar var. Bütün Avrupalı kadınlar başörtüsü takmış. Her masada taze güller ve konferansın adının yazılı olduğu program kitapçıkları duruyor:
‘Barış ve güvenlik için kadın girişimi‘
Programı karıştırıyorum. Yanımda oturan iki orta yaşlı kadın, çocuklarını yurt dışına göndermek üzerine konuşuyor. Karşımda oturan genç kız bana tanıdık geliyor; yüzünde kocaman bir gülümseme var, küpeleri sallanıyor. Güzel başörtüsünün altından birkaç saç teli görünüyor. Burada, sadece televizyonda gördüğüm birkaç kişi de var.
Gözlerimle ona soruyorum:
Söz verdiğin romanı yazdın mı?
Ne konuşmacılar ne de Halk Meclisi’nin (Wolesi Jirga) en ünlü kadın üyeleri ilgimi çekiyor. Salonda gözüm bir kişiyi arıyor: Killid medya grubunun başkanı Najiba Ayubi.
Çocukluk yıllarım, onun dergisinde yayımlanan haftalık hikâyeleri okumakla geçmişti.
Bir garsonu çağırıp beni onun yanına götürmesini istiyorum, ama o sırada çevrim içi bir konuk konuşmaya başlıyor. İngilizce bilmeyenlere kulaklık dağıtılıyor; ben de bir çift alıyorum.
Ayubi uzaktan bana bakıyor.
Kendi kendime düşünüyorum: “Herhalde tekerlekli sandalyem dikkatini çekti.”
Gözlerimle ona yine soruyorum: “Söz verdiğin romanı yazdın mı?”
Elbette bana şahsen söz vermemişti; sadece öykü kitabının önsözünde öyle demişti. Belki de bu sözü unuttu. Bana uzaktan içten bir gülümsemeyle karşılık veriyor.
Bir yazar ve aktivist olarak o da bir konuşma yapıyor.
Konferans, sivil toplum kuruluşlarının ve Avrupa Birliği üye devletlerinin, Taliban’la yapılacak barış görüşmelerinde kadınların son 20 yılda elde ettikleri kazanımların korunması için mücadele edeceklerine dair verdikleri sözle sona eriyor.
Korkuya alışmak
NATO güçlerine ve yabancı kuruluşlara, ülkeden ayrılmaları için yalnızca 16 gün süre tanındı. Onlarla, Batı’da sığınma hakkı başvurusunda bulunabilecek olan, bu kurumlarda çalışan Afganlar da ayrılabilecekti.
ABD Hava Kuvvetleri’ne ait bir C-17 Globemaster uçağı, 823 Afgan kadın, erkek ve çocuğu kargo bölümüne alıp Doha’ya doğru havalandığında, diğerleri de ülkeden kaçmak için uçak talep etmeye başladı; insanlar havaalanı kapılarını dolduruyor, uçakların kanatlarına tırmanıyordu.
İnsanlar artık yaşama isteğini ve hayatta kalma umudunu yitirmişti.
Herkes, insanların bu şekilde tahliye edilmesinin çok kötü şeylerin yaklaşmakta olduğunun göstergesi olduğunu düşünüyordu. Herkes kendi hayatını ve ailesini kurtarma telaşına düşmüştü.

Kalabalıklar havaalanına akın ederken, DEAŞ bu durumu fırsat bilip intihar bombacısını insanların arasına gönderdi; bombacı kendini kalabalığın ortasında patlattı.
Birkaç gün sonra, 30 Ağustos 2021’de, DEAŞ havaalanına birkaç roket fırlattı. Roketlerin havayı yırtarcasına çıkardığı ses net ve keskin bir biçimde duyuluyordu.
ABD hava savunma sistemleri roketleri havada imha etti, fakat patlamaların sesi dehşet vericiydi.
Sanki her an, nereden geldiği belli olmayan bir roketin üzerime düşüp hayatımı sonlandıracakmış gibi hissediyorum.
Gün batımını ya da güvercinlerin uçuşunu izlemek bile bu korkudan beni kurtaramıyor.
İçe dönüş
Afganistan’ın ve dünyanın çeşitli toplumsal, kültürel ve siyasal tarihlerini okumak, beni her zaman politik ve sosyal faaliyetlere katılmaya teşvik etti.
Adaleti ve güvenliği savunmak için sokaklara çıkmak, protestolara katılmak benim için önemliydi. Yavaş yavaş ilerleme kaydettiğimizi, asla sönmeyecek bir ışığı yakmakta olduğumuzu düşünüyordum. Gözlemlediğim her şeyi kaydedebilsin diye, içimdeki yazar kimliğini koruyacağıma yemin ettim.
Ulusal Kongre Partisi’nin bir destekçisiydim. Bu, ABD’nin Afganistan’ı işgalinden, belirli grupların elindeki güç tekelini sorgulamaya kadar, “yasak” sayılan her konuyu tartışan federalist bir partiydi.
Partiye resmî olarak katılmayı düşünüyordum. Üniversitede, hocalarımla ve arkadaşlarımla federalizmin Afganistan için iyi olup olmadığını, yoksa yalnızca kaosu, etnik ve dilsel ayrımcılığı mı artıracağını tartışırdım. Federalizm, o zaman da şimdi de benim için önemli bir davaydı.
Yine de eğer federal bir yönetim kurulursa, zaten kendi çıkarları için hükmeden silahlı grupların kendi bölgelerinde mutlak yönetimler ilan edebileceğinden endişe ediyordum.
Taliban iktidara geldiğinde, aslında vatanımın kaderinin Amerika’nın ve onun kukla politikacılarının elinde olduğunu fark ettim. Partiye katılma fikrinden tamamen vazgeçtim, çünkü tüm liderleri ve üyeleri ülkeyi terk etmişti. Bunun yerine, içimdeki yazarı daha yakından tanımaya başladım. Gözlemlediğim her şeyi belgeleyebilmesi için bu yazar yanımı koruyacağıma yemin ettim.
Kalabalıkta tek başına
Taliban’ın Aralık 2022’de kadınların üniversiteye gitmesini yasaklamasından önce, Bay A’yı bulmaya gitmiştim. Hademelerden biri bana, “Taliban şehre girdiği gün, o da Kabil’den ayrıldı,” dedi. “Bay B, Bay S ve ikinci pasaportu olan birkaç kişi daha da aynı gün gitti.” diye ekledi. Hafifçe gülümsedi, pakol şapkasını yana eğip bahçeye doğru yürüdü. Sonra bana dönüp, “Bu son birkaç ayın maaşlarını hâlâ ödemediler,” dedi.
Bize sosyal ve politik mücadeleleri anlatan, gençleri eşitsizliklere karşı seslerini yükseltmeye teşvik eden tüm hocalar ülkeyi alelacele terk etmişti. Kendimi kaçan bir kalabalığın ortasında, herkesin omuzlarının bana çarptığı biri gibi hissettim.
Taliban şehre girdiği gün, kitap okumayı bırakıp haberleri takip etmeye başladım.
Bütün gün oturur, ülkemin neden hiç refah yüzü görmediğini ve asla göremeyeceğini düşünürdüm. Afganistan bana, tıpkı benim gibi engelli, tekerlekli sandalyeye mahkûm bir ülke gibi geliyordu. Kendi ayakları üzerinde duramayan bir ülke.

Siyasi yorumcuları dinlerdim; içlerinden birinin ülkem hakkında olumlu bir şey söylemesini beklerdim, ama kimse duymak istediğimi söylemezdi.
Şunu duymak istiyordum: Afganistan dünyanın en dayanıklı ülkesi; siyasi ve toplumsal zorluklarını aşabilir, birçok krizden geçti ve bunu da atlatacak; Afganistan dünyanın önemli bir parçasıdır ve göz ardı edilemez.
Kitap rafıma baktığımda, beni anlayan kitaplar arardım. Umutsuz, yaslı, benim gibi olan kitaplar. Ama bulamazdım. Margaret Mitchell’ın Rüzgâr Gibi Geçti (1936) romanını bir arkadaşıma ödünç verdiğime pişman oldum. Onu yeniden okuyup, savaşın sadece burada değil, başka yerlerde de yaşandığını kendime hatırlatmak istiyordum. Nerede, hangi dönemde geçtiği umurumda değildi; tek isteğim, ülkesi yıkılmış, hayatı mahvolmuş biriyle kendimi özdeşleştirmekti.
Kürt yazar Bahtiyar Ali’nin, ülkesinin de savaşla sarsıldığı Son Nar Ağacı (2002) adlı romanını hatırladım. Belki bu kitap kalbimi yatıştırır, zihnimi hafifletirdi.
Ve böylece, 20 günün ardından nihayet bir kitap açtım ve sayfalarında tıpkı benim gibi birini buldum: acı, savaş, engellilik ve yalnızlıkla dolu bir hayat; ülkesi harap olmuş, halkı savaştan yorgun düşmüş birini.
Kız kardeşim Sara nişanlıydı. Mezuniyetinden sonra evlenmek istiyordu. Taliban iktidara döndüğünde hâlâ öğrenciydi. 2022 onun son yılıydı; 18 Aralık’ta son sınavına girdikten sonra, kızların üniversiteye gitmesi yasaklandı. Sara diplomasını ya da mezun olduğunu gösteren herhangi bir belgeyi alamadı.
Aynı kış, düğünü büyük bir salonda yapıldı; yakın uzak tüm akrabalar katıldı. Kadınlar, hiçbir erkeğin giremeyeceği ayrı bir salonda dans ettiler. Davet ettiklerimizden bazıları gelmedi; gelenler de kaygılarını yanlarında getirmişti. Sevinçli bir gün geçirip sıkıntılarını unutmak istiyorlardı. Sara beyaz gelinliğiyle ışıl ışıldı; kışın karanlığında yeni hayatına adım attı.
Sonsuza Kadar Mutsuz
Yerel haberlerin başlıkları dedikodulara dönüşüyor; arkadaşlardan, akrabalardan aynı hikâyeleri duyuyorduk: Taliban genç kızları zorla evlendiriyor, direnenleri ise hapse atıyor veya öldürüyordu. Bir arkadaşım arayıp, komşusunun kızının böyle evlendirildiğini söyledi. Kız, Kabil’deki Gülbahar Merkezi’ne götürülmüş, orada benzer kaderi paylaşan diğer kızlarla birlikte Taliban eşleriyle yaşamaya başlamıştı.
Ülkedeki karmaşa o kadar büyük ki, hâlâ birbirine âşık olan kız ve erkeklerin varlığını bile unutuyorum.
Afganistan’da siyaset hep böyleydi. İktidar el değiştirince, halkın kaderi de değişirdi.
Birçok insan işini kaybedip ülkeyi terk etti. Bazıları ise, Taliban kendilerine dokunmayacak diye kaldı. Sadece görevlerini onlara devretmeleri yeterliydi.
Bütün bu koşullar içinde, erkek kardeşimin sevgilisine yazdığı şiiri WhatsApp hikayesinde paylaşmasına şaşırdım. Ülke yanarken bile gençlerin birbirini sevdiğini, kızların yaşadığı sıkıntıların en çok onları seven erkekleri üzdüğünü unutmuştum.
Bir arkadaşım WhatsApp hikayesine şöyle yazmıştı:
Taliban komutanları Afgan giysileriyle (perahan tunban ve lungi) ne kadar da yakışıklı görünüyorlar. Çok heybetliler.
Kendi kendime düşündüm: Gücü elinde tutan herkes, halka bir şekilde çekici gelir.
Mahallemdeki Zaryab Kitabevi, Kabil’in en iyi kitapçılarından biridir. Küçük ama çok güzel ve faydalı bir dükkândır. Oradayken, dünyadaki tüm sıkıntılarımı unuturum. Raflar tavana kadar kitaplarla doludur. Orada sadece tekerlekli sandalyemi unutmam, sanki kanatlarımı da bulurum.
Kardeşim Poya (hâlâ lisede) ile asansörün önünde beklerim. Belki tamirci bu sefer asansörü yapmıştır ve kullanabilirim, diye düşünürüm. Ama çalışmaz. Yardım eden de olmaz. Poya, kitapçıya gidip yardım ister. Kitapçı, düzenli müşterisinin tekerlekli sandalyede olduğunu bildiği için, kardeşimle birlikte beni yukarı taşır. Raflardaki kitaplara bakar, sayfalarını karıştırırım. Instagram’da gördüğüm kitap kapaklarını gösteririm ama çoğunun tükendiğini öğrenince içim burkulur.
Yine de o kadar çok kitap alırım ki, elimde taşımakta zorlanırım. Her birkaç saniyede bir kardeşime “yavaş it, kitaplar düşmesin” derim. Çok para öderim ve açlık çeken insanlar varken kitap aldığım için utanırım:
Taliban, hayatımızın her yönünü belirliyor kiminle görüşebileceğimizi, kimlerle dostluk kurabileceğimizi bile.
Düzenin yeni sahipleri
İki arkadaşımla buluşuyorum: yaşıtlarım bir kız(o dönem 25 yaşındayım) hâlâ pantolon, bluz ve başörtüsü takıyor ve Panjşirli bir erkek. Baştan ayağa siyah giymiş, sakalı yok. Ona Panjşir cephesinin çöktüğünü söylüyorum. Elleri cebinde, başını eğip fısıldıyor:
“Bazı Panjşirliler de Taliban’la aynı fikirdeydi. Onlarla iş birliği yaptılar, bilgi verdiler.”
Üçümüz üniversitenin bahçesinde oturuyoruz. Daha önce bizi gülümseyerek selamlayan bahçıvan, şimdi yanımıza gelip, “Taliban karakolununa uzak bir yere oturun, size de bize de sorun çıkmasın,” diyor. Sürekli özür diliyor. Taliban, artık hayatımızın her alanını belirliyordu kiminle buluşabileceğimizi bile.
Komşumuzun bacasından yükselen dumanı izliyorum.
Koronavirüse yakalanmışım.
Kardeşim Ali ile limonlu ballı çay içtiğimiz kafe kapandı.
Ali her zaman acı kahve sipariş ederdi; ben ise, büyük karaağacın yanındaki limonata satıcısına bakar, onun yaz günlerini taze limon kokusuyla doldurmasını izlerdim.
2022 yılının 30 Eylül Cuma günüydü. Güneşli bir Kabil sabahı, gökyüzü açık, hafif bir rüzgâr esiyordu. Hava olabildiğince yumuşaktı.
Odamda oturmuş, dizüstü bilgisayarımda yazı yazıyordum. Bir ara bir selfie çektim ve WhatsApp durumuma koydum.
Arkadaşlarım kalp emojileriyle dolu mesajlar gönderdi. Aralarında, bir yazarlar grubunda biri şöyle yazmıştı:
Kaaj Eğitim Merkezi’ne saldırı olmuş.
Dehşet içinde Google’a baktım.
Cuma günleri Kabil’de tatildir; kimse işe ya da eğitim merkezine gitmez. Aileler parkları ziyaret eder, pikniğe gider, ya da şehir dışına çıkar. Ama Kaaj’daki o genç kızlar ve erkekler, Kankor (ulusal üniversite giriş sınavı) için ders çalışmak üzere o gün okula gitmişlerdi.
Sabah 11’de bu haberi duyduğumdan beri yerimden kalkamadım. Bu, sivillerin hedef alındığı ilk intihar saldırısı değildi; hatta öğrencilerin öldürüldüğü ilk olay da değildi. Ama ölüme alışılmıyor. Her defasında yüreğimi aynı şekilde sarsıyor.
WhatsApp durumumu kaldırdım. Artık arkadaşlarımla eğlenmek istemiyordum. Gözlerimi kamaştıran güneş bile gri görünüyordu. Akşam, annem neden yemeğimi bitirmediğimi sordu. “İştahım yok,” dedim. Haberlere göre Kaaj saldırısında ölenlerin sayısı 45’e ulaşmıştı.
Kankor’a hazırlanan kardeşim, “Bizim eğitim merkezine de tehdit geldi,” dedi. O gün, Kabil’de yaşamanın ön saflarda yaşamakla eşdeğer olduğunu bir kez daha anladık. Bir süre sonra, öldürülen öğrencilerin anısına bir kütüphane kuruldu. İnsanlardan rafları doldurmak için kitap bağışı istendi.
Ben ve kız kardeşim 60 kitabımızı verdik: Savaş ve Barış, Anna Karenina, Rousseau’nun İtirafları, Karamazov Kardeşler, şair Kahar Asî’nin şiirleri… O da 30 yıl önceki iç savaşta öldürülmüştü. Kütüphane yöneticisi daha çocuk sayılabilecek yaşta kitapları evimizden aldı.
Kaaj, yani çam ağacı, yeşilliğin ve direncin simgesiydi; ama bizim ruhumuza saplanmış acı bir anıya dönüştü. Takıntı gibi, gün boyu Kahar Asî’nin şiiri Kabil, nasıl da yarasın yara üstüne‘yi okudum. Asî, 1992–96 iç savaşı sırasında İran’a göç eden genç bir şairdi. Orada Fars şairi olarak sıcak karşılandı ama Kabil’den uzak kalmaya dayanamadı; geri döndü.
Döndükten sadece birkaç ay sonra, doğduğu mevsimde sonbaharda bir roket saldırısında öldürüldü.
Zor yoldan Cumhuriyet
Yıl 1973, yaz mevsimi. Dedem ve arkadaşı, arkadaşının arabasını tamir ettirdikten sonra bunu kutlamak için bir restorana giderler. Garson yemeklerini masaya koyar. Canlı müzik çalınmaktadır. Dışarıda birkaç araba geçmektedir. Bir patlama sesiyle bütün camlar kırılır. Dedem ve arkadaşı restorandan kaçar. Henüz tamir ettirdikleri araba, gözlerinin önünde kurşun yağmuruna tutulur. Arabayı orada bırakıp taksiyle eve dönerler. Ne olduğunu kimse bilmez.
Sonradan öğrenirler ki, Afganistan’ın son kralı Muhammed Zahir Şah’ın kuzeni darbe yapmış, 40 yıllık saltanatı bitirmiş, ülkeye “cumhuriyet” adını verip kendini “lider” ilan etmiştir.
Anton Çehov’un 10 ciltlik hikâye ve mektup koleksiyonunu satın aldım ve okumaya başladım. Okudukça kendimi daha iyi hissettim. Sanki Çehov benimle konuşuyor, hikâyelerini bana anlatıyor ve çevremdeki yıkımı susturuyordu. Kardeşine ya da arkadaşlarına yazdıklarına güldüm; mizahı ne kadar ince kullandığına hayran kaldım.
Ayva mevsimi
Daldan sarkan ayvalar. Başım dönüyor, kalbim hızlı atıyor. Bu, son zamanlarda duyduğum intihar vakalarından bir diğeri. Taliban iktidarı ele geçirdikten sonra, ülkeyi terk eden birçok insan, bombalamalar ve saldırılar azalınca ailelerini ziyaret etmek için geri döndü. Onlardan biri amcamdı.
Babamın ailesi kalabalıktır; dedemin yedi oğlu, bir kızı vardı. En küçüğü olan bu amcam, aynı zamanda en yakın dostumdu.
Amerika’ya gitmeden önce sık sık beni kontrol ederdi. Tekerlekli sandalyeden yatağa ya da arabaya geçmem gerektiğinde hemen yardıma koşardı. Beni dışarı çıkarır, bacaklarımı güneşe tutar, “belki iyileşirsin” derdi. Kardamonlu yeşil çay demler, hamburger yapar, çocukluk hikâyelerini anlatırdı. Bir gün Hafız’ın Kehanet Kitabı’ndan fal bakmıştı. Amerika’ya gittiği gün o kitabı ona hediye ettim beni hatırlasın diye. Beş yıl ayrı kaldık, sonra geri döndü.
Ya yarın bugünden daha kötüyse?
16 yaşındaki kardeşim Poya odama girdi, yüzü bembeyaz. “Bu sabah bizim üst sokakta, okulun karşısındaki inşaatta Samangan’dan gelen bir genç işçi kendini asmış,” dedi. Başım döndü, kalbim hızla atmaya başladı. Bu, son zamanlardaki bir başka intihar vakasıydı. Her yer sessizdi. Sokaklar bomboştu. Birçok insan işini kaybetmiş, kalanlar da aylardır maaş alamıyordu.
Hükümet değişeli dört ay geçmişti ve kış kapıdaydı. Belki o genç uzun süredir acı çekiyordu ve bu, son darbeydi. Bu, tüm umutların sonu mu?
Annem üşütmemem için içeri girmemi istiyor. Ama ben dışarıda oturuyorum; soğuk kış rüzgârlarının dertlerimi savurmasını, inci beyazı bulutlar ve uçan güvercinlerin kalbimi doldurmasını istiyorum.
Ali, ağaçların artık yapraksız dallarına bakarak bana, ülkeden ayrılan bir başka yakın arkadaşını anlatıyor. Bu arkadaşı üniversiteden sınıf arkadaşıydı; bütün buluşmaların neşesiydi. Ailesi Uganda’ya gitmiş, oradan Amerika’ya geçmeyi planlıyormuş.
Ali’ye söyleyecek söz bulamıyorum. Gerçeği yaşasın, yalnızlıktan korkmasın istiyorum. Ne diyebilirim ki? “Yeni arkadaşlar edinirsin” mi? Birlikte çay, kahve içtiği tüm dostları Kabil’den gitti. Ayva ağacının dalına takılı kalmış renkli kâğıt uçurtma, rüzgârda titriyor. Meena, benden iki yaş büyük. Ekonomi okumuştu ama şimdi medresede Hafız’ın şiirlerini öğretiyor.
Bunu yapmasına zar zor izin verilmiş, çünkü aslında yasak. Öğrencilere de dışarıda bahsetmemeleri söylenmiş:
Eğer Nevruz’u mutlu ve ailemizle geçirirsek, yılın geri kalanında da mutlu ve ailemizle oluruz.
Şubat 2022’de Taliban, Kabil’de ev ev arama başlattı. Silah ve önceki hükümette ya da yabancı kurumlarda çalıştığını kanıtlayan belgeler arıyorlardı. BM çalışanları hariç kimseye istisna tanınmadı. Hükümette çalıştığını gösteren bir sözleşme, bir fotoğraf, hatta bir belge bile varsa yok edilmeliydi.
Ben de öyle yaptım. Arama bize gelmeden önce, hikâyelerimle ilgili basılı sözleşmeleri sobanın ateşine attım. O an, geçmişimi, anılarımı ve bana değerli gelen her şeyi yakıyormuş gibi hissettim. Güneş takvimine göre Yeni Yıl 21 Mart’ta başlar. Her yıl Nevruzu kutlarız — yılın ve baharın ilk günü.
Bugünde “Samanak” denilen bir yiyecek hazırlanır: filizlenmiş buğday, un ve suyla yapılır. Ayrıca “Haft Mewa” denilen yedi kuru meyve ve yemiş karışımı (çitlembik, kuru üzüm, badem, fıstık gibi) hazırlanır.
Büyükannem hep der ki:
O gün ne yaparsak, yıl boyunca da onu yaparız.
Bu yüzden annem her yıl Nevruz arifesinde pirinçli ıspanak ve özel yemekler yapar; o gün kimsenin dışarı çıkmasına izin verilmez. Ama 21 Mart 2022’de Taliban, halka açık Nevruz kutlamalarını iptal etti. Kardeşim ise kitaplarını alıp okula gitti.
Gizli işsizlik
Taliban yönetiminin üzerinden bir yıl geçtikten sonra, sokak lambaları yeniden yanıyor; gece 1’de bile sokaklar arabalarla dolu.
Ailem bile, şehrin bu hâlini unutmuşken, “Durum biraz düzelmiş” diyor. Bir arkadaşım devlet okulunda öğretmen bana WhatsApp’tan yazdı:
Hâlâ uyanık mısın?
“Evet,” dedim.
Maaşımın düşmesinden korkuyorum. Kış geliyor… Ne yapacağım?
Taliban, bazı kadınların işe dönmesine izin verdi ama aynı işi daha düşük maaşla yapma şartıyla. Diğerleri evde kalıyor; hiçbir şey yapmadan cüzi bir maaş alıyorlar.
Değişen düzen, değişmeyen durum
Kabil düşmeden önce, komşularımızın kızları son ses müzik açar, dans ederlerdi. Kabil’de kimse kimseye “radyo çok sesli” ya da “çocuklar çok bağırıyor” demezdi. Kadınların kahkahaları, sohbetleri, telefon konuşmaları avlulardan birbirine karışırdı. Bu normaldi. Ama Taliban geldiğinde, her türlü müzik yasaklandı. Kızlar dans etmeyi bıraktı.
Bazen bir şarkı kısaca yükselip hemen kısılırdı. Belli ki biri (baba ya da anne) susturmuştu, başlarına iş açılmasın diye.
Değişmeyen tek şey, Taliban’a karşı çıkan grupların neden olduğu öldürmeler, patlamalar ve çatışmalar.
Taliban geldikten beri göç artıyor. Birçok insan, yoksullukla yüzleşmemek için eşyalarını satıyor ya da ülkeyi terk etmeden önce evini boşaltıyor. Hurda toplayıcıları sokaklarda dolaşıyor, “Eşyasını satmak isteyen var mı?” diye bağırıyor. Telefon rehberimdeki birçok numara artık çalışmıyor. Çünkü sahipleri gitmiş.
Evde kalan bizler içinse durum giderek zorlaştı. Artan geçim sıkıntısı nedeniyle evde bize yardım eden yardımcımızı işten çıkarmak zorunda kaldık. Annem tüm işleri tek başına yapıyor. Ben tekerlekli sandalyemde kitap okurken saate bakıyorum ama zamanı göremiyorum.
Sonra neden baktığımı unutuyorum. Bir kez daha saate bakıyorum sonra yine unutuyorum. Annem, çocuklarının sağlığı için adak adadı. Metal tepsilere buğday taneleri koyup 15 gün boyunca suladı; yeşerdiler. Sonra buğdayları makineden geçirip özsuyunu çıkardı, un ve suyla karıştırıp 12 saat boyunca ateşin üstünde pişirdi. Sonunda Samanak hazırdı.
Eğer büyükannem teyzemle Pakistan’a göç etmemiş olsaydı, tencerenin başında dayere (geleneksel tef) çalarak şarkılar söylerdi. Geçen yıl öyle yapmıştı; o kadar güzel söylüyordu ki mahalledeki bütün kadınlar çatılara çıkıp dinlemişti. Bu yıl, kimse şarkı söylemeden, yalnız başımıza Samanak tenceresinin başında oturduk.
2021 Ağustos’tan sonra ilk kez yakındaki hastaneye gittim. Kapısının önünde bir Taliban Ford Ranger aracı duruyordu. Basketbol takımında değilim, çünkü ellerimi iyi hareket ettiremiyorum; ama arkadaşlarım oynuyor, ben de onları izliyorum. Bir arkadaşım topu potaya atıp yanıma geldi ve şöyle dedi:
Buraya her gün fizyoterapi bahanesiyle geliyoruz; Taliban bunu anlarsa, bizi buraya da almazlar.
Kadın olmak
Evde oturmaktan yoruldum, kardeşlerimle dışarı çıkmayı özledim. Parklar ve bahçeler artık ailelere kapalı olduğu için bir restorana gittik. Birçok aile vardı; kadınlar siyah çapan giymiş, altındaki renkli bluzlarını ve kot pantolonlarını saklıyordu. Herkes ya kocasıyla ya babasıyla, ya da benim gibi erkek kardeşiyle gelmişti.
Kadınlar bana, tekerlekli sandalyemde otururken bakıyor, göz göze gelince gülümsüyorlardı. Erkekler de meraklı bakışlar atıyordu. Eskiden bu mekânlarda müzik çalardı. Hint, İran, Afgan şarkıları. Hatta bazen biri telefonunu hoparlöre bağlar, herkes aynı şarkıyı dinlerdi. Eve dönerken, Taliban’ın Ahlak Polisi (Erdem ve Ahlak Dairesi) beyaz kıyafetli müfettişlerini gördük.
Yoldan geçen her arabayı durduruyorlardı. Arabada kadın varsa, giyimlerine dikkat etmeleri için uyarıyorlardı: Kıyafetler kısa, dar veya “Batı tarzı” (pantolon gibi) olmamalıydı. Kadınlarla yanlarındaki erkeklerin akrabalıklarını sorguluyorlardı. Arabada müzik varsa kapattırıyorlardı. Bizim arabamızı da durdurdular. Ali dışarı çıkıp memura benim kız kardeşi olduğunu açıkladı. Taliban mensubu bana tekrar baktı ve “Önde oturman uygun değil,” dedi.
Artık arabanın arka koltuğunda oturmalıydım.
Karanlıkta yürümekten kim korkmaz ki?
Geçen birkaç yıla baktığımda, Taliban yönetimindeki hayatın zorluklar ve adaletsizlikle dolu olduğunu söylemek beni üzüyor. Kadınların giydiği kıyafetlerden arabada oturduğumuz koltuklara kadar her şey, bize en küçük kişisel özgürlüğü bile tanımayan bir hükümet tarafından belirleniyor. Kadınların ve gençlerin kendini geliştirme çabası durma noktasına geldi.
Sayısız kadının depresyona sürüklendiğine, kaygıdan hareket edemez hâle geldiğine tanık oldum. Ben de aynı şeyi yaşıyorum; tek farkım, gizlice yazmaya devam ediyor olmam. Yüksek lisans yapma hayalim hâlâ kalbimde yanıyor.Hem umut hem acı getiriyor.
Tekerlekli sandalyede otururken oluşan yaralar canımı acıtmıyor artık; asıl acı veren, geleceği görememek. Karanlıkta yürümekten kim korkmaz ki?

