Share This Article
Sugli Specchi, Tascabili Bompiani,
Bompiani, Milano, Kasım 1987
Kant söylediğinde haklıysa, uzayla zamanın saf görüleri içine gelip oturmayacak bir algı ya da ulamlama yoktur. Dolayısıyla her estetiğin, her sanat kuramının, bir sanat yapıtına yaklaşımımızda zamanın oynadığı rolü sorgulaması yerinde olur. Ama Kant söylediğinde haklıysa, her sanat yapıtı, bir algılama konusu olduğuna göre, zamanla da özel bir bağıntı kurar.
Ama hangi zamandan söz ediyoruz? Fizik ya da acunbilim terimleri içerisinde zamanın ne olduğunu ortaya koymak zaten o kadar güç ki! Zamanın her türlü fiziği ile metafiziğine özgü güçlüklere sanatın her türlü fiziği ile metafiziğine özgü güçlükleri ekledik mi, sanat yapıtlarında zaman sorununun kafamızı epey karıştırması olasılığının yüksek olacağını anlarız.
Bundan ötürü, bu konuya giriş niteliğindeki bir konuşmanın işlevinin, sanat yapıtında zamandan hangi anlamda söz ettiğimizi tanımlamak olduğunu düşünüyorum (şimdilik, sanat yapıtından ne anladığımızı tanımlamaktan vazgeçip bu deyimi, epey sezgisel bir biçimde kullanıyor, Dino Formaggiow‘un Arte (1) adlı küçük kitabının başındaki güzelim açıklamasına başvuruyorum: “Sanat, insanların sanat adını verdiği her şeydir”).
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
Zaman sorunu sanatla değil, felsefeyle ilişkilidir
Bu sayfalarda, sanatla ilişkimizi tanımlamada ‘zaman’ bileşeninin kaç anlamda işe karıştığını saptamağı umuyorum. Sanatta zaman üzerine bir kuram geliştirmeği değil, sanatta zamandan kaç anlamda söz etmenin yerinde sayılabileceğini saptamağı amaçlıyorum.
Her şeyden önce, imbilimde genellikle kullanılan bir dizi temel kavramdan yola çıkmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Bunlar daha sonra açıklanacaktır; tanımları için daha önceki çalışmalarıma başvuracak olsam da… (2) Ama herhalde aşağıdaki şemada bunların bir özeti bulunabilecektir:
1.Dilegetirim Zamanı
Zaman içinde dilegetirim: Fiziksel tükenim
Sanat yapıtı, insanların onu tüketme biçiminden bağımsız olarak, fiziksel her nesne gibi, zaman içinde yaşayan bir nesnedir. Sırasında, bir devim, bir alıntı, salt ansal bir gönderme olmakla kalan, “kavramsal” adı verilen sanat yapıtları da, bu tanıma girer. Yapıtının, bir “X” yılının 12 aralık günü saat 12:55 ile 12:56 arasında kendi yedinci yaş gününü düşünmek olacağına karar veren “kavramsal” bir sanatçının durumunu düşünelim gerçekten…
Böyle bir olanak karşısında, ya yaşamımız sonsuz bir sanat yapıtları dizisidir, ya da, sanatçı, sanat “üretme” niyetiyle yapılmamış başka işlerden ayırmak üzere, bu olayı, bir çeşit tiyatro temsilinin kanadı altına sokuverecek, bu temsili de, şu ya da bu biçimde, kayda geçirecektir. Bir biçimde, fiziksel bir nesne olarak somutlaşması gereken bu kayıt, nereden bakılırsa bakılsın, sanat yapıtını temsil edecek, böylelikle de zaman içinde tükenime bırakılmış bir nesne olacaktır.
Bu nesnenin varolmayışı durumunda, gene de (belirli bir sanat kuramına dayanarak) bir sanat yapıtı üretilmiş olması olanaklıdır, ancak, bu üretimden söz etmemiz olanaksızdır. Olsa olsa, kalımsız, gelip geçici, belli bir sanat biçimi üzerine kuramlaştırma işine girişen bir felsefe denemesinde söz edilebilir bundan… Ancak, bu durumda da, zaman sorunu sanatla değil, felsefeyle ilişkilidir (gerçekten de, kavramsal sanatçı, tanımı gereği söze sığmaz, dile gelmez bir şeyden söz etmeğe beni zorladığı zaman, kızgınlığa kapılıyorum).
Bir sanat yapıtının her zaman, her şeyden önce, bir dayanak, iletim aracı ya da fiziksel bir “dilegetirim” olduğunu pekiştirmek için, söze bunları söyleyerek başladım; bu yapıt bir içerik iletmediği ya da dile getirmediği (böyle bir şey olabilecek bile olsa) durumlarda da öyledir. Her fiziksel nesne gibi yapıt da zaman içinde yaşar, fiziksel tükenim yasasına boyun eğer.
İster estetik açısından, ister imbilim açısından bir heykel ya da bir resmin, yok olasıya, zaman içinde tükenmelerinin bizi hiç de ilgilendirmeyeceği ileri sürülebilir. Babil’in büyük mimarlık yapıtları yıkılıp yok olduğu ölçüde estetiğin de, imbilimin de bunlar üzerine söyleyeceği bir şey kalmamıştır. Ya da, imbilimin de, estetiğin de, bu yok olmuş nesneler konusunda kültürün ürettiği betimleme ya da tasarımlar üzerine söyleyecekleri bir şeyler olacaktır.
Ademden kalma, Babil öncesi bir dil, varolmuş olabilir, (Dante‘den 18. yüzyıl İngiliz imbilimcilerine dek birçok bilgiç bu dili araştırmış, yeniden kurmağa çalışmıştı) ama bu dilin, üzerinde çalışabileceğimiz fiziksel ipuçları elimizde bulunmadığına göre, ne imbilimi yapılabilir, ne de, o dilde üretilmiş olan şiirlerin herhangi bir yazınsal eleştirisi…
Devingenlik, filimdeki gibi ayrımsal ya da toptan olabilir
Bununla birlikte, neredeyse yitmiş ama tümüyle yitmemiş bir yapıtın ipuçları elimizde olduğu zaman, ilginç bir soru ortaya çıkar. Bu ipuçlarında biz, zamanın etkisine karşın, ya da, daha doğrusu, zamanın etkisi gereği, estetik açıdan ilginç bir şeyler okuruz. Zamanın yokedici etkisinde kalmış ipuçlarından yola çıkarak, elimizde kalana dayanıp yapıtın, bir zamanlar nasıl biçimlenmiş olabileceğini çıkarsamağa çalışırız.
Bunu yapmak için de biçimlerin örgensel yasalılığına ilişkin bir kuramı gerekseriz; öyle ki, zaman nesnenin bir parçasını yok etmiş olsa bile yasalılık ile örgensellik ölçütleri temeline dayanarak onu bütünlüğü içerisinde yeniden kurabilelim (bu sorunlar üzerine Luigi Pareyson son derece ilginç şeyler söylemiştir). (3)
Bununla birlikte, fiziksel nesne olarak yapıtın bu zamansallığının, zaman sanat bağıntısıyla, herhalde pek az ilişkisi vardır. Kanıtı da, bu sorunun, sanatla hiçbir ilişkisi olmayan, çok eski çağlara ilişkin herhangi bir kalıntının, yaşama biçimleri ya da araçlarının, yeniden kuruluşunda da karşımıza çıkmakta oluşu…
Zaman İçinde Dilegetirim: Dizimsel akış
Musiki, sinema, ya da Calder’in mobile’leri türünden plastik sanat yapıtlarının durumunu inceleyeceğimiz yere geldik. Dilegetirimin kendini zaman içinde göstermesi olgusu, ilkece, içeriği hiçbir biçimde etkilemez. Bir filim, dilegetirim olarak zaman içinde serimlenir, içerik düzleminde de, herhalde, gene zaman içinde serimlenen olaylar anlatır; ama bir beste ya da mobile söz konusu oldukta aynı şey görülmez.
Zamansallık, her şeyden önce, dilegetirimin gözümüzün önünde serimleniş biçimi ile ilişkilidir. Devingenlik, filimdeki gibi ayrımsal, ya da mobile‘deki gibi toptan olabilir. Bundan da, dilegetirimin değişik algılanış dinamikleri doğar.
Öyle sanat biçimleri vardır ki, dizimsel zamanları ile anlamsal zamanları çakışır, musiki gibi… Başka biçimler vardır ki (musiki ile filim gibi) bunlarda uygulama süresi ile tüketim süresi çakışır.
Devinimsiz Yapıt ile Dolanım Süresi
Buna karşılık, yapıtın uzamsal olarak da, zamansal olarak da karşımıza devinimsiz durumda çıktığı, ama içeriğinden bağımsız olarak bir dolanım süresi gerektirdiği sanat biçimleri vardır.
Genellikle bunlar üç boyutlu yapıtlardır; iki boyutlu bir kopyada (çoğaltmada) olacağı gibi, bunların eksik bir algılanışıyla yetinmek istemiyorsak, yapıtın çevresinde dolanmamız için bir vaktin geçmesi gerekecektir. Bu dediğimiz, bir heykel için de geçerlidir, bir mimarlık yapıtı için de…
Erotik bir düzen
Heykelle mimarlık yapıtı, tüketicilerini belli bir alt sınırı olan bir süreyi bu işe ayırmağa zorlar. Elbette, birçok geliş gidişle, Chartres katedralinin çevresinde dolanmağa bir yıl ayırmak kararını verebiliriz; ama, ağır adımlarla, onu gözlemleyebileceğimiz, gönlümüzün kanacağı biçimde onu “anlayacağımız” bir “minimum” süre de vardır elbette. Yapıtın boyutları “minimum” bir dolanım süresini gerekli kılar.
Yapıt, elbette, biçimi aracılığıyla, bu dolanım süresinin uzatılmasına ya da ağırlaştırılmasına karar verdirebilir. Besbelli, Yale Üniversitesi’nin Beinecke Kitaplığı, biribirinin tıpatıp aynı, aynı sayıda penceresi olan dış duvarlarıyla, Chartres katedralinden daha kısa bir dolanım süresi gerektirir; oysa katedralde, yararlananın (tüketicinin) değişik kapıları, bunların yontularını görmesi beklenmektedir.
Elbette izleyici, Chartres’a da, bir minimal kübe bakar gibi bakmakta özgürdür ama Chartres’ın eksiksizce değerlendirilmesinin, ancak, mimarlığı ile süslemelerinin hiçbir özelliğinin kaçırılmayacağı bir durumda söz konusu olabileceğini düşünmek usa uygun gelecektir. Belli bir anlamda, süsleme bolluğu, mimarlık biçiminin yararlananı belli bir zorlama karşısında bırakmasıdır çünkü özellikleriyle zenginleşmiş biçim, yararlanandan daha uzun bir “tadına varma” süresi bekler.
Süsleme özelliklerinin, bu nitelikleriyle daha uzun bir zaman gerektirdiği de demek değildir bu:
Sırasında mimarlık biçimi, onu tadanı, ilkel yapısına daha iyi daha eksiksiz çekebilmek için, süsleme özelliklerine, neredeyse erotik bir düzen, bir hile olarak yol açar. Süslemeyi salt bir bezek olarak değil, bir dolanım zamansallığı buyruğu olarak görme kararının da ilginç eleştirel düşüncelere yol açabileceğine inanıyorum.
Bu noktada, çizgisel dolanım gerektiren, uzam içinde kımıltısız yapıtlarla dairesel dolanım gerektiren yapıtlar arasında bir ayırım da gözetilebilir; bunlara, her “yolculuk”ta görünge değiştiği, yapıtın anlaşılışı zenginleştiği için birçok çepeçevre dolanımı gerektiren yapıtları de ekleyelim. Besbelli, her sanat yapıtı yinelenen dolanımlar gerektirir ama kimi yapıt, bu ilkeyi, “poetika”sının temeline oturtur.
Bu tür yapıtların bir örneğini, betisiz sanat ile action painting verir. Bu durumlarda resim, kendini, safça yürütülen bir ilk incelemeye sunar; bu sırada yapılması gereken iş, basit bir madde pıhtısını odaklamaktır; ama ikinci bir “okuma”da resim, kendi oluşturuluşunun devinimsiz izi olarak görülmek ister. İzleyenin ortaya çıkarıp tadına varması gereken şey, üretici devinimin zamansal dolanımıdır. (4)
Olguların zamansal bir dizisi
Bununla birlikte, bu dediğimin hâlâ anlatımın çevresinde bir “dolanım süresi” durumu olup olmadığını kendi kendime soruyorum, çünkü bu durumlarda resim, kendi içeriği buymuş gibi, kendi üretiminin evrelerini “anlatır”. Bundan ötürü de bu görüngüleri, içeriğin zamanına, özellikle de sözcelenmiş sözcelem zamanına ayıracağımız bölümcede yeniden ele almak uygun olacaktır.
Görüngüden bu bölümcede söz etmekliğim, betisiz sanat ile action painting durumlarında yapıta zamansal bir bakış sokma kararının izleyicinin keyfine bırakılmış olmasındandır: Yapıta, onu üretmek için gerekmiş zaman düşünülmeden de, bakılabilir.
Yeniden-bileştirmenin Zamanı
Son olarak, bir yeniden bileştirme süresi gerektiren yapıtlar var. Parçalı bulmaca ile “lego”, bunların özgül örneği: Bunlar, vakit alması gereken eyletici bir el katma; eylemsel, elle yapılan bir iş süresi, gerektirirler. Bunların tadına tam varabilmek, bu iş yapılmadıkça, olanaksızdır. Nesneyi yeniden kurmak ya da bileştirmek için vakit harcanmadıkça, bu nesnenin bir değeri yoktur. Yorumlanıp seslendirilmesi gereken bir “partitura” biçiminde karşımıza çıkan musikinin de, bu seslendirme süresinin vazgeçilmezliğine bel bağlayıp bağlamadığı sorulabilir; seslendirme süresi her zaman aracın, ya da dilegetirimin fiziksel eyletim süresidir çünkü. Dilegetirimi eyletmeğe çalışılmadıkça, yapıttan haz duyulması olanaksızdır.
2. İçeriğin Zamanı
Sözcelenmiş Zaman
Sözcelenmiş zamandan, içeriği, olguların zamansal bir dizisinin anlatısı olan sanatlarda söz edilebilir. Zaman, özellikle, sözlü anlatıda sözcelenmiş gibi görünür ise de, bir olgular dizisi şiirde de, sinemada da, hatta resimde de sözcelenir. Tarihsel bir olayı anlattığı zaman bile bir resim hep “şimdiki zaman”da konuşuyormuş gibi görünür. Ama özellikle ilk dönem resminde, resimler, sunaklar, sık sık olay dizileri anlatır, “önce”leriyle, “sonra”larıyla…
Geleneksel resim yapıtlarından pek çoğu, zamanı tek çerçevenin uzamı içerisinde gösterir; öyle ki çerçeve içinin değişik noktaları değişik zaman parçalarını göstersin… Örneğin Bosch‘un Saman Arabasında soldaki görüntü Adem ile Havva’nın işlediği günahı, ortadaki görüntü yeryüzünde yaşayış ile kıyamet / yargı gününü, sağdaki uzamsa cehennem azaplarını gösterir.
Söz sanatlarında zamanın betimi
İlkece, olup bitenlerin tümü bir bakışta kavranmalıdır ama gerçekte, üç kanatlı resim, göz yuvarlağının bir tür devinimini varsayar: Resme bakanın dikkati resmin bir yanından ötekine doğru kaymalı, sol ile sağ arasındaki uzamsal bağıntı, önce ile sonra arasındaki zamansal bağıntının (içerik) dilegetirimi olarak okunmalıdır.
İşte, dilegetirim açısından zamansal bir akışın bulunmadığı bir durumla karşı karşıyayız; ama (olsa olsa ancak bir anlık dolanım süresi gerektirecek) devinimsiz bir dilegetirim bile, içerik olarak sözcelenmiş bir zamansallığı dile getirir. Bununla birlikte, kimi durumda, dilegetirimin zamanı, içeriğin zamanına ulaşabilmek için bir hile haline gelir. Örneğin, Arezzo’daki Haçın Bulunuşu dizisini düşünelim; resme bakanın, burada, olayların art arda gelişini izleyebilmek için gezinmek zorunda olduğu kabul edilmektedir. Dilegetirim, duvar resimlerinin yerleştirilmesinden ötürü, bir dolanım süresi gerektirmektedir ama bu dolanım süresinden yararlanmakla, duvar resminin sözcelediği “tarihsel”, anlatısal zaman, daha iyi kavranır.
Bu noktada, betisiz resimde ya da action painting‘de neden içerik zamanından söz edildiği anlaşılabilir. Resim, bir yandan da, kendisini üretmek için gerekmiş olan zamanla zamansal evreleri “anlatır”. Dripping‘in, boyanın süzülüp akmasına yol açan elin bıraktığı izin, bir doğrultusallığı vardır, devinimsiz imin bir yolculuğu, bir yörüngesi vardır, onun farkına varabilene, onu yeniden kurabilene “anlatılan”… Bu imi üretmiş olan devimin, çalımın dinamiğine yeniden ulaşabilmek için bir zaman aralığı, bir vakit, çizgisel de olmayan, dairesel de olmayan, sarmal diyebileceğimiz bir dolanım gereklidir.
Söz sanatlarında zamanın betimi ise, değişik bir durum; burada zaman dünya durumlarının art arda gelişleri üzerine savlar biçiminde betimlenir. Gerçekte, romanda fabulayı, öyküyü, oluşturan durumların art arda gelişi, ille de çizgisel değildir: Söylem, metnin, öykü ya da fabula düzleminde değişik bir sırayla yeniden kurulması gereken olayları çizgisel (ama tarih sırasına uymayan) bir dizilişte düzenlemesine olanak veren hiledir.
Kısacası, tarih sırasına göre öykünün art arda gelen parçaları A, B, C ise, çizgisel düzende bu sıralanış B, A, C olabilir; burada A, B’ye oranla bir flash back (geriye dönüş) oluşturur. Öykü ile söylem, sözcelenmişin zamanını ortaya koyar. Sözlü masal Kırmızı Başlıklı Kız ormanda bir kurda rastlamış, sonra ninesinin evine gitmiş,’ dediğinde üç zaman parçasıyla uğraşmaktayızdır (Kırmızı Başlıklı Kız‘ın ormana gidişi, kurtla karşılaşma, ninenin evine gitme); metin bunları bir biçimde, sözü edilen zamansal sıra olarak ortaya koyar. Sözcelemenin zamanı daha başkadır.
Sözcelemenin Zamanı
Sözceleme deyince anladığımız, ister sözsel ister görsel bir metinde anlatanın, ya da “konuşan”ın edimidir. Bu haliyle bu edim, yazarın, yaratıcının özel yaşamında kalması, imbilimi de, estetiği de ilgilendirmemesi gereken bir edimdir. Ama gördük ki Pollock’un resminde resmin öyküsü (nasıl yapıldığı), resmin anlattığı “öykü”nün bir parçasını oluşturuyordu. Bu durumlarda sözcelenmiş sözcelemeden, ya da, metnin içeriklerinden biri olarak sahneye çıkarılmışlığı içinde, sözceleme ediminden söz ederiz.
Yazar bir görünümü betimlemekte çok vakit geçiriyorsa (yani birçok sayfa yazıyorsa), sözce zamanında dikkate değer olaylarla karşılaşmıyorsak da, sözceleme zamanının ilginç bir sergilenişini görürüz.
Sözceleme zamanı, yazarın kendi sayfasına uyguladığı ritmin kılığına da girebilir; bu ritim, öykünün olaylarına yavaş yavaş yaklaştıran birtakım ağırlaşmaları, ölü zamanları, okura kabul ettirir. Sözce zamanının birkaç önermeye sığdığı, buna karşılık sözceleme zamanının pek uzun olduğu, bir hiçten kurulmuş öyküler olabilir.
Queneau’nun Exercises de style‘ini düşünelim: Sözce zamanı en aza indirgenmiştir ama okur, ısrarla, açıkça, sözceleme zamanının tadına varmağa çağrılır. Doksan dokuz biçem alıştırmasını düzmekte geçirdiği vakit, Queneau’nun özel yaşamının parçası değildir: Bu vakit sahneye çıkarılmakta, yazarca, metninin oluşturucu bir parçası olarak gösterilmektedir, dolayısıyla sözceleme sözcelenmekte, metnin içinde, metin eliyle göz önüne serilen kendine özgü bir zamansallık taşımaktadır.
‘Safça’ okuma ‘eleştirel’ okuma…
Okuma süresi sözceleme zamanı ile bağlılaşım içindedir, sözce zamanı ile değil. Gerçi örnek okurun, yani metnin koyutladığı, varsaydığı okurun okuma süresiyle görgül bir okuma süresi (bir de görgül okur) arasında bir ayırım gözetmek gerekir. (5)
Görgül okuma süresi, burada bizi ilgilendirmez: İsteyen, Perrault’nun bir masalını okumaya altı ayını verir, Eski – Yeni Ahitlerin tümünü bir haftada okur. Bu durum, Ahitlerin, tasarımsal okurlarından, Perrault’nun beklediğinden daha değişik, daha ağır bir okuma süresi beklediğini kesinlemekten bizi alakoymaz.
Sözcelenmiş sözceleme zamanı çerçevesi içerisinde bir görünümün uzun uzun betimlenişi, Dumas’nın bir romanındaki alabildiğine sıkıştırılmış karşılıklı bir konuşmaya oranla, daha yavaş, daha geniş soluklu bir örnek okur koyutlamaktadır.
Son olarak, yazarın okurdan açık açık istediği yeniden okuma süresi de sözceleme zamanının çerçevesine girer. The Murder of Roger Ackroyd‘ da, Agatha Christie, okurunu, sonunda hepsi yanlışlanacak bir dizi kestirimin içinden geçirir, çünkü (cinayet romanı türünün tarihinde yeni bir olgudur bu!) katil, anlatıcıdan başkası değildir. Ama romanın sonunda anlatıcı, okura, kendisini aldatmadığını hatırlatır, çünkü yaptığı her şeyi, cinayeti işlediği sırada bile, hep anlatmıştır; olsa olsa, bu anlattıklarını örtmeceli söylemiştir (örneğin: “yapmam gerekeni yaptım”).
Ardından, önceki sayfaları bir daha okumaya çağırır okuru; okur görecektir ki, istemiş olsaydı, katilin kim olduğunu anlayabilir, bilebilirdi. Bu anlamda kitap, okuruna bir çifte okuma olanağını önermektedir: Bir “safça” okuma ile bir “eleştirel” okuma…
Kitap, safça okumasının sonunda, safça davranmış okuru, eleştirel bir ikinci okumaya girişmeğe çağırmaktadır. Demek ki Christie’nin kitabı iki katlı bir okumaya yol açmak üzere düzenlenmiştir; bu zamansal kesilemeyi de, gerek yazar gerek metnin kendi, hesaba katmaktadır. Buna loop‘lu bir anlatı zamanı diyeceğiz; öyle ki, gücül biçimde (Basic diliyle bilgisayara verilmiş, “goto” diyen bir buyrukta olduğu gibi) okur, tasarımsal olarak, hiç durmadan kitabı al baştan edecektir.
Diziler ile Metinlerarası Bütüncenin Zamanı
Şimdi, son olarak, televizyon dizilerinin kabul ettirdiği zamansallık türü üzerinde duracağız; bunu, bir zamanlar, tefrika romanlar da kabul ettirirdi. Burada, dile getirimin (televizyon dizisi) zamansallığından ya da ister sözcenin, ister sözcelemenin zamansallığından bağımsız olarak, izleyicinin özel bir zamansal duyarlığı işe katılır.
Başka türlü söyleyecek olursak dizi yapıtlarda değişik zamansallık türleri yerleşmiş bulunmaktadır:
a) yapıt zamansal bir gelişmeyi sözcelemektedir; göreceğimiz gibi de, bu zaman “hileli”dir;
b) yapıt, zaman içinde gelişip gitmekte olduğunu, tüketiciye duyurur: Yazarın, okurlarının mektuplarına duyarlı davrandığı, tefrika halinde yayımlanan romanları düşünün; bir çeşit örnek ortak-yazara dönüşen görgül okurdan kendisine ulaşan isteklere uyarak yazar, öyküyü değiştirmeye, ölmüş bir kişiyi diriltmeğe karar veriyordu;
c) esler ile durakları belirleyerek yapıt, okura bir okuma ritmini kabul ettiriyor, bir bakıma, hangi noktalarda “askıda kalınacağını”, neler olabileceği konusunda beklentiler oluşturma, (ertelenen) bir bekleme haline girme anlarını, geciktirim anlarını saptıyor;
ç) yapıt, okura “anımsama” işini, önceki tefrikalardan bildiklerini her kezinde kendisine iletilenlere bağlama işini yüklüyor; kısacası, okurun ruhsal, kişisel vaktini kendi iletim güdümü tasarısına sokuyor;
d) göreceğimiz üzere, geri götürüp “dizi”ye vardıramayacağımız birtakım durumlar vardır; bunlar, Bahtin’in “dialogism” (söyleşim) adını verdiği, metinlerarası alıntılar oyununa bağlıdır daha çok; burada, izleyicinin zamanı, izleyicinin ‘ansiklopedik’ edincinin zamanı haline geliyor.
Dizisellik ile diziselliğin sorunlarını, bu kitaptaki (Sugli Specchi) “Dizide Yenilik” denemesinde ele alıyor, okuru o denemeye gönderiyorum.
O yazıda ortaya koyduğum tipler dizgesinden -sürdürüm, yeniden yapım, dizi, “saga”, vb.- çıkarılabilen sonuç, diziyle de bir tür iki yanlı Örnek Okur kurulduğudur; bu okur sözcenin zamanını iki değişik biçimde yaşayabilmektedir: İlki, daha hızlıdır, öykünün akışına yönelir; ikincisi daha genleşiktir, söyleme, söylemin – zaten – erteleyici olan güdümlerine bir daha bakarken yaşanır.
Bundan sonraki denemede, ayrıca, bir alıntı zamanı olduğu da görülecektir. Bir metin daha önceki bir metni alıntıladığında, alıcısını, kendi metinlerarası edincini de, dünya üzerine bilgisini de (daha doğrusu, bir bütün olarak, ansiklopedik edincini) gözden geçirmeğe zorlar.
Ansiklopedik edincin gözden geçirilmesi bir süre gerektirir: İlle de, özdeksel düzeyde ölçüye, hesaba gelir bir zaman değildir bu (tanımanın kısa devresi, anlık bir iş olabilir), ama her durumda, söz konusu olan, özdeciksel bir zamandır, saniyenin milyonda biriyle ölçülebilir de olsa…
Isıldiriğin ikinci yasasının gereği, zamansallıkla ilişkisi olan bir erke yitimi söz konusudur. Yapıtı anlamak için yapıtın dışına çıkmak, yapıttan önce neyin varolduğunu araştırmak gerekir.
Böylece, bundan sonraki düşüncelerimizin, zamansallık görüngüsünü tek bir yapıtın (ya da bir dizi yapıtın) içerisinde sorgulamakla yetinmeyerek, metinlerarası zamanın gözden geçirilmesinin değişik güdümlerini olanaklı kılan bütüncü görüngüyü de sorgulaması gerekecektir.
Öylelikle zamansallık kavramımız, sözcelenmiş zamanla sözcelemenin zamanından, tüketicinin ruhsal zamanı ile tarihsel zamana, ya da, kültürün zamanına yayılmış oluyor.
Çeviren: Bilge Karasu
Dipnot:
- Dino Formaggio, Arte, Milano, Isedi, 1973.
2. Umberto Eco, Trattato di semiotica generale, Milano, Bompiani, 1975.
3. Luigi Pareyson, Estetica Teoria della formatività, Torino, Edizioni di ‘Filosofia’, 1954.
4. Umberto Eco, Opera Aperta, Milano, Bompiani, 1962.
5. Umberto Eco, Lector in fabula, Milano, Bompiani, 1979.