Share This Article
“Sağlıklı yaşam” ve “diri vücut” zamanımızın hastalığı. Daha doğrusu birbirinin kopyası bedenlere sahip insanlar, Carl Cederström’ün ve André Spicer’in ifadesiyle “sağlık hastalığına” tutulmuş durumda. Beslenme tavsiyeleri ve spor ile tektipleştirilen insanın steril ortamlarda kendilerinin yansıması “başkalarıyla” vakit geçirdiğini söyleyen Sağlık Hastalığı kitabının yazarları Cederström ve Spicer, kişilere “mükemmel” (“ideal”) beden ve yaşam propagandası yapıldığını hatırlatıyor. Bu propagandanın özünde ise “kendini iyi hisset” ve “iyi biri ol” söyleminin yer aldığını belirtiyorlar.
Farkındalık endüstrisi, kişiye sürekli görünüşünü düzeltmesi gerektiğine dair mesajlar yolluyor ve bu şekilde “başarılı” olabileceği, kariyerini geliştirebileceği uyarısında bulunuyor. Dolayısıyla biyo-ahlak, zamanına uygun bireyler yaratmak için dört koldan harekete geçerken hemen hepimizin üzerinde ölçülü haz tahakkümü kuruyor.
Byung-Chul Han ise kendisiyle rekabet eden bireyi hatırlattığı Şiddetin Toplojisi’nde farklılık takıntısının aynılaşma kapılarını sonuna dek açtığını söylemişti. Performans öznesi için randıman her şey olurken özgürlük hiçbir şey hâline geliyor. Verimini ve performansını artırmak için kendisiyle didişmeye başlayan, sağlığını sistemden kopmama amacıyla korumaya uğraşan ve gitgide birbirine benzeyen kişilerle karşılaştığımızı hatırlatıyor Han.
Bedenin, başarı ve performans simgesi hâline gelişinin tarihine kafa yoran Jürgen Martschukat, kaleme aldığı Fitness Çağı’nda formda olarak daima genç ve yenilenebilir kalmaya çabalayan, sosyal yaşamın ve rekabetin ancak böyle devam edebileceğini düşünen, piyasaya bu koşulda uyum sağlayabileceğine ve spor yaparak sorumluluklarını yerine getirebileceğine inanan kişilerin, kültürel ve ekonomik sisteme dâhil olma sürecini inceliyor.
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
‘İdeal beden’in pazarlanması
Egzersizle biçimlendirilmiş bedenler çağındayız; sokakta, sosyal medyada, reklamlarda, dizi ve filmlerde “fit beden” sunumuyla karşılaşıyoruz. Martschukat, konuyu sağlıklı olmaya yani meselenin özüne getirmeye uğraşsa da olup biteni göz ardı etmiyor. Fitness tarihini incelemenin, bedenin geçmişini anlama yolunda önemli bir adım olduğunu, bildiğimiz anlamda fitnessin ilginç bir kavşakta yükselişe geçtiğini hatırlatıyor:
Son yarım yüzyıl fitness çağı olarak sayılabilir ve bunun neoliberalizm çağıyla çakışması hiç de tesadüf değil. Neoliberalizm burada genel bir mücadele alanı kavramını değil, daha ziyade her şeyden önce piyasa modelini esas alan, hayattaki her şeyi bir rekabet durumu olarak yorumlayan ve insanlara, özgürlüğünü başarılı bir şekilde kullanma çağrısı yapan bir dönemi nitelendiriyor. Dolayısıyla neoliberalizm, toplumu ve özneleri düşünmenin, onların davranışlarını anlamanın ve uygun ya da uygunsuz olarak sınıflandırmanın belirli bir tarzını tanımlar. Birey kendi üzerinde çalışmalı, hayatının kontrolünü elinde tutmalı, fit hâle gelmeli, en iyi performansı göstermeye çalışmalı ve bunu kelimenin tam anlamıyla cisimleştirmelidir.
“En iyiler hayatta kalır” prensibinin günümüzdeki bir yansıması olan fitness, Martschukat’a göre zamanla bir “tahakküm aracına” dönüşüyor; varlığıyla ve yokluğuyla başarının da başarısızlığın da nedenlerinin başına yerleştiriliyor, özgürlüğün sembollerinden biri hâline getiriliyor. Dolayısıyla bedenin, zihnin ve yaşamın şekillendirilmesinde hayatî bir eylem olarak pazarlanıp algılanıyor. O hâlde soru şu: Fitness, sağlıklı yaşama için mi, yoksa bedenin tektipleştirilmesi ve kişilere bir şekilde hükmetmek için mi?
“Kendini bil, daha iyi yaşa” ve “daha iyi bir insan ol” gibi sloganlarla sağlığın ve “ideal” bedenin pazarlandığı neoliberal çağda, bu soruya verilebilecek yanıtlar daha da önem kazanıyor. Böylece sağlığı fitnessle koruma veya bu işe hiç girmeme, iyi ve kötü yaşamayla ilgili düşünceleri biçimlendiren normatif bir hâl alıyor. Başka bir deyişle fitness, kişiye nasıl olması (daha doğrusu görünmesi) ve nasıl olmaması (görünmemesi) gerektiğini söyleyerek ya da hissettirerek bir dizi denetim ve dışlama ölçütü ortaya koymayı kolaylaştırıyor.
Yazarın dediği gibi “insanlar fitness üzerinden yönetiliyor”; bedenlerindeki olumlu ve olumsuz değişimler, kişiye mutluluk veriyor veya onu tedirgin ediyor. Kısacası biyopolitikanın devreye girdiği bu ortamda fitness, sağlıklı yaşama ve bedeni benzer örneklere göre şekillendirme salgınına yol açıyor. Bunun çözümlemesini şöyle yapıyor Martschukat:
Bedensel incelik, hareketlilik, fitness: Bunlar, neoliberalizm ve esnek kapitalizm zamanlarında ideal bireylerin ve onların bedenlerinin her zamankinden daha fazla tarif edildiği terimlerdir. Bu terimler, ayrıca toplumun, ekonominin ve devletin performans yeteneğini nitelendirmeye de yarar. Yalın devlet için ince yurttaşlar, fit işletmeler ve onların yalın üretimi için fit çalışanlar.
Yirmi birinci yüzyılın biyopolitikası
“Doğru” hareket, “doğru” beslenme ve “doğru” yaşam, tüketim ve performans arasındaki altın dengeyi sağlaması bakımından zamanımızda çok önemli. Bir bakıma neoliberalizmin “ideal” insanı hâline gelmek için hayatî bir formül. Martschukat, bu dengeye ve formüle ulaşma sürecini özetleyip alışkanlıkların zaman içindeki değişimini anlatıyor.
Spor yaptıkça bedeni şekle giren kişi, hem sağlıklı olma koşulunu yerine getiriyor ve performansını artırıyor hem de katılım ve takdir görme hakkı talep ediyor. Başka bir deyişle bireysel ilerleme gereğini yerine getiriyor; iyi görünüşüyle üretken, mücadeleye hazır ve güçlü olduğunu herkese gösteriyor.
Martschukat, neoliberalizmin “malzeme” gibi gösterip pazarladığı yakın geçmişte ve günümüzde bedeni dayanıklı, çalışma koşullarına uygun ve esnek hâle getirmenin, hem “kişisel gelişim” hem de ideal insanın yaratılması için bir zorunluluğa dönüştürüldüğünü hatırlatıyor. Söz konusu eylemler ise zamanımızın fitness kahramanlarını ete kemiğe büründürüyor:
Fitness meraklıları, günümüz toplumunun kahramanlık dilinde ve kategorileriyle kavranabilecek değerlerini ve pratiklerini, hedeflerini ve beklentilerini (kelimenin tam anlamıyla) bedenlerinde cisimleştiriyor: Meydan okumalarını kabul etmek, eyleme geçmeye istekli ve kendini feda etmeye hazır görünmek ve imkânsız kabul edilen şeyleri başarmayı istemek.
Bedenine verdiği şekille normlara uyan, bireysel başarısıyla topluma örnek olma yolunda ilerleyen ve kendine benzemezleri, benzeyene dek oyun dışında tutan “kahraman(lar)ın” varlığı, yazarın deyişiyle yirmi birinci yüzyılın biyopolitikasını temsil ediyor.
Martschukat, hem bahsettiği “kahramanlığı” hem de hepimizi kuşatan biyopolitikayı geçmişiyle beraber anlatırken önemli bir not düşerek neyle karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha anımsatıyor:
Fitness çağı, salondaki antrenmanı başarırsak ya da bir maraton koşarsak hepimizin kendimizi kahraman hâline getirebileceğimiz vaadi üzerinden işler. Mesele ilke olarak başarıdır (yani somut olarak ölçülebilecek belirli bir başarı değil) ve kendini aktifleştirmek, kendi imkânlarını kullanmak ve kendi potansiyelini çoğaltmaktır. Fitnessin merkezinde benlik ve benlik sınırları üzerinde çalışmak yer alır. Rekabetle sarmalanmış günümüz dünyasında ayakta kalabilmek için her bakımdan motivasyon ve performans göstermeye istekli olmalıyız; üretken, iktidarlı ve mücadeleye hazır, olağanüstü şeylere kadir ve daima kendimizi daha da geliştirmeye istekli olmalıyız.
Fitness Çağı, Jürgen Martschukat, Çeviren: Erol Özbek, İletişim Yayınları, 216 s.