Share This Article
Çepeçevre duvarla sarılmış
Kocaman bir avludayız, yani küçücük
Kocamanız yani
Okulların üstündeki gökler yırtılmaz, delinmez türden kuşkusuz. Ve bu duvarları böylesine yüksek yapanlar hiç okulda okumamışlar besbelli.
Büyük ilgisizliği Marie France Boyer ile “Katıların genleşmesi”nin, usumun çengelleri günün olaylarına takılı tepemden çatlıyorum. Çözümsüz fizik sorunları bunlar, bu kitabı yazanın anasını belliyorum.
Benim penceremin otuz iki gözü var, karanlığa açılan, en büyük penceresi doğunun, geceye dönük, kocaman pencerem. İşte şimdi gene, seni düşünürken, bu en akla gelmez yerde, tabanca gibi ziller patlıyor kafamda. Ve bir el değil, üç el değil, en çok zillere kızıyorum şu okulda.
Yumuk elde o ipekli mendilim, ölürse bu iri yarı adam bir gün ve akıllarına gelirse avucunu açmak ölü yıkayıcıların, fırlayacağım. Hem de ne fırlama, tavana vuracak başım.
Çöl ortasında bir kaktüsün anlatılmaz güzelliğini duyup kaktüs üzre çöllere düşen bir şair de olabilirdim, Kays gibi. Arayabilirdim Leyla’mı, ya da suyu. Yeşiller içinde yitip gitmeyi düşleyebilirdim. Yaratabilirdim mutluluk vahasını, kaktüs olsaydın eğer. Kaldırırdım dokunulmazlığını nazlı çiçek olsaydın, her şeyleri ellerimle sevmeliyim, yetmez bana gözlerim. Kalemim kalktı yürüdü, özgürlüğe bir türkü bu.
Bu duvarların dışında öleceğim özleyerek ölümü. Bir özlem ki hiç tanımadım, bana özgü, yarattım. Çapraşık duvarların büyümesi, ezmişliği. Her şey bir dev aslında ürkünç devler içindeyim, bilmiyorlar. Ölmediler ki hiç, nerden bilsinler?
Kimene Meyhanesi’nde başlamıştı gece, anason kokusuyla, çingenelerin yanlış çaldığı «Azizem» şarkısıyla, Engin’in ağzında pipo, sağ başta. İhtiyar, boş şişeler, kafalar dumanlı, ortada midye dolması, iyi ki çektirmişiz bu fotoğrafı. Özgür günlerim de var diyebiliyorum.
Hiçbir şeyleri yazmadığım, duvarlara ve kalemimi kabullenen her yere hiçbir şeyi yazamayacağıma inandığım şu günlerdeyse geri dönüşüyorum, utanmadan kokuşuyorum, yitmiş özgürlükleri bencil ve cimri yeniden yaşıyorum. Bu odanın deniz kıyısı, bu piponun kayık, bir de bu kalemin kürek olduğunu kimseye söylemiyorum. Hem ne gerekçesi var, inanmazlar ki!
Uzun zamandır doluyorum, bir kaçışta bitecek öyküm, bir kaçağın türküsüyle, tutamayacaklar, biliyorum. Kutsal özlemle, karanlık ve uçsuz boşlukta dopdoluyum. Tutamayacaklar, biliyorum.
Yolda çarptığım kızın “Özlem” olacak adı. Belki güzel değil, özlediğim. Ve kuşlar yağacak gökten, alkış alkış kuşlar boşanacak.
Kara duvarların kara sırıtkanlığıyla öleceğim, duvarlara ve duvarcılara küskün, duvarlardan uzakta öleceğim özleyerek ölümü ve özlemi. Akbabalar üşüşecek ölüm duvarlarına, küfredecekler küflenmişliğime. Ederler tabiî, nerden bilsinler?
MARCUSE’Yİ OKUDUĞUMDAN DEĞİL BAŞKALDIRIŞIM. SÖZÜM EN İÇİNE MECLİSİN, BİR ŞEY SEZİYORUM.
Kaynak: Bu yazı 1969 yılında yayımlanan Yeni Ufuklar dergisinin 202. Sayısında yayımlanmıştır.