Share This Article
COVID-19 pandemisi hepimizde unutmak istediğimiz izler bıraktı. Hastalıklarla, ölümlerle, yasaklarla, korkularla ve sonu gelmez tahminlerle geçen iki yılın ardından ne yaşadığımıza ve ileride neler yaşayabileceğimize dair düşünmeye başladık. Bu sırada eski salgınlarla, ölümle ve yaşamın değeriyle ilgili araştırmalar yapıldığını ve kitaplar yayımlandığını gördük.
Mesela Daniel Defoe’nun Veba Yılı Günlüğü ve Albert Camus’nün Veba kitapları yeniden gündeme geldi. 2020 ve 2021, Defoe’nun anlattığı gibi geçti âdeta: Vaka sayıları azaldıkça rahatladık, rahatladıkça vaka sayıları arttı. Vebayı bir metafor olarak kullanan Camus’nün uyarısı ise önemliydi: Ölmeyen ve yıllarca her yerde saklanan veba, insanlara ders vermek için geri dönebilirdi…
Salgınlar gibi savaşlar, afetler ve daha pek çok olumsuzluk, yaşam ve ölüm arasındaki sınır çizgisini belirsizleştiriyor. Yarın ne olacağını da ölümü de merak ediyoruz, Ludwig Wittgenstein bize uzaklardan sesleniyor: “Ölüm yaşam olaylarından biri değildir, ölüm yaşanmaz.”
Jacqueline Rose, Wittgenstein’a nazire yaparcasına Veba: Çağımızda Ölümü Yaşamak başlığını verdiği incelemesinde, zamanımızda ölümü ve yaşamı daha iyi anlamak için Albert Camus’nün, Sigmund Freud’un ve Simone Weil’in eserlerine yöneliyor, insanların felaketler karşısındaki ruh hâlini kavramaya çalışırken ölümün, hayatın akışını sekteye uğratmasından hareketle günlük yaşamdan uzak tutulmasını ve paranteze alınmasını tartışıyor.
Camus’nün yarınlar için söyledikleri
Rose, ölümden ve yaşamdan bahsederken “sınır”a dikkat çekiyor; uzak ve yakın geçmişte de şimdilerde de her ikisiyle kurduğumuz ilişkinin temelinde biz isteyelim veya istemeyelim bu yer alıyor:
Ölüm, aynı anda hem adaletsiz toplumsal düzenlemelerin en çarpıcı ölçütü hem devlet idaresinin pek kıymetli tekeli hem de insan gücünün sınırlarının bir hatırlatıcısı olarak daima aramızda dolaşır.
Ne olursa olsun, hazırlıksız yakalandığımız ve Rose’un deyişiyle “davetsiz misafir” ölüm, Weil’e göre dünyevi iktidar yanılsamasına set çeken bir şey. Bir başka ifadeyle sınırın ta kendisi.

Ölümünü ertelemek için cinayet işlemeyi göze alan ya da tercih eden insan, aynı zamanda onu hayatın(ın) dışında konumlandırmaya ve âdeta düşmanlaştırmaya uğraşıyor. Hatta ne ölüye ne de ölüme saygı gösteriyor. Görmezden de gelebiliyor. İşte bu ortamda Rose, kutsamaktan kaçınarak ölümün varlığına dair kalem oynatıyor.
Yaşamın ve ölümün, sayılara ve istatistiklere indirgendiği zamanımızda COVID-19 pandemisi bu “sanatı” zirveye taşımıştı. Rose, o günlerde Veba’nın bize yeniden bir şeyler söylediğini düşünüyor: Ölümün varlığının ve salgın hâlinde (veya işgalci olarak) hep karşımıza çıkmasının yanı sıra hastalardan hangilerinin sayılıp hangilerinin sayılmayacağı bu bağlamda önemli bir meseleydi. İşte salgının neden olduğu bu saçmalık ve facia, aynı zamanda bir başkaldırıyı ve devrimi; ölümü kabullenip ölmeyi ve öldürmeyi hayatımızdan çıkarmaya çalışmadan, yaşamı ve insanı değersizleştirmeye karşı bir isyanı tetikliyor.
Rose’a göre Veba’nın bize sunduğu bir başka gerçek, “ölümün ve salgının herkesi eşitlediği”ne ilişkin ifadenin hiç de doğru olmadığı. COVID-19 pandemisi sürecinde, yaşayarak gördüğümüz üzere “bazıları eşittir, bazıları daha eşittir” hakikati hâlâ güncelliğini koruyor. Buradan baktığımızda, eksik ve tartışmalı taraflarına rağmen Veba, sorgulama ve kötülüklere başkaldırı ertelendikçe felaketlerin yaşamaya devam edeceğini hatırlatan bir roman olarak (tıpkı ölüm gibi) hep güncel:
Veba; özne olarak bireylerin toplumsal düzenlemelerin acımasızlığını ve adaletsizliğini sorgulamadıkları sürece yatak odalarından, mahzenlerden, sandıklardan, mendillerden ve eski kâğıtlardan sürünerek çıkmaya devam edecektir. Yaşadığımız dünyadaki kötülüklerden hepimiz sorumluyuz.
Yas felsefesinin mimarı
Güvenli bir dünyada yaşamadığımızı ve uygarlık denen şeyin dört bir yanının huzursuzlukla çevrelendiğini söyleyen Freud; salgınların (özellikle hayatında trajik bir dönüm noktası olan İspanyol Gribi’nin) ve topyekûn savaşların, hem fiziksel hem de ruhsal rahatsızlıklar yaratarak kişiyi savunmasız bıraktığını ve ölümün burnumuzun dibine sokulmasını kolaylaştırdığını söylüyor.
1918’deki grip salgınında kızını kaybeden Freud’un, bu dönemden itibaren çalışmalarında “onay ve yıkım” ile “yaşam ve ölüm arasındaki gerilim”i işlediğini hatırlatan Rose; sevdikleri birer birer ölürken onun bir gelecek düşünmeyi ya da bunun yollarını aramayı nasıl başardığını anlamaya uğraşıyor. Beri yandan Freud’un kaleme aldığı şu satırları hatırlatıyor:
Eğer insan kendisi de ölmek, sevdiklerini de önceden ölüm yüzünden yitirmek zorundaysa o zaman ölümün kaçınılabilir bir rastlantı değil, acımasız bir doğa yasası, Yüce bir zorunluluk olduğunu düşünmeyi tercih eder.
Var oluşun ve ölümün ağırlığının insanı umutsuzluğa sürüklediğini, bu çemberden çıkış için farklı açıklama yollarına sapıldığını düşünen Freud, Rose’a göre “bize bir yas felsefesi sunuyor”:
Başımıza gelenlerin neden dışsal olduğu kadar içsel bir felaket olduğunu anlamamıza yardımcı olur. Bir salgın sırasında ölmek ölmenin normal bir yolu değildir.
Yas felsefesine giden yolda, ölümün yanı sıra öldürmenin “mantığını” Freud’un nasıl açıkladığını ortaya koyuyor Rose:
Savaş zamanında insanları çılgına çeviren şey, bir ömür boyu süren yasaklama ve kısıtlamalardan sonra, şiddeti kendi ellerine alma kapasiteleridir. Öldürmek, Freud’un ifadesiyle ‘insanlığın talepleri’ ile ‘ulusal savaşın talepleri’ arasında bir çatışma yarattığı için değil yalnızca. Kişiyi insan olmanın içsel bir parçası olan şiddetle karşı karşıya getirdiği için.
Rose’un “felaket düşünürü” dediği Freud, uygarlıkla kirlenmemiş ve kirlenmiş insanın, ölümle ve ahlakla ilişkisini keder ve memnuniyet zemininde ele alıyor. Uygar insanın ahlaki yoldan saptığını ve öldürmeme emrini tersine çevirdiğini söylüyor.

“Jacqueline Rose, Rose, ölümden ve yaşamdan bahsederken “sınır”a dikkat çekiyor; uzak ve yakın geçmişte de şimdilerde de her ikisiyle kurduğumuz ilişkinin temelinde biz isteyelim veya istemeyelim bu yer alıyor.”
Freud, “uygar insanın” yaşama mücadelesinden bahsediyor çalışmalarında. Rose ise bundan söz etmenin veya yaşam için mücadeleye girişmenin, ölümün kaçınılmaz bir sonuç olduğunu kabullenmeyi gerektirdiğini belirtiyor; “yaşamak için ölümün tabloya girmesine izin vermeniz gerekir” diyor. Freud’un ölüme yaklaşımı ile pandeminin bıraktığı iz arasında bir bağlantı kuruyor:
Freud bir yazısında hiç kimsenin kendi ölümüne inanmadığını söylemişti. Bilinçdışında, geleceğimiz hakkında kesin olan bu tek şeyin bilgisinin olması gereken yerde bir boşluk vardır. Pandemi hayatı sonsuza dek değiştirdiyse bunun nedeni, belki de günlük akıl sağlığının önkoşulu gibi görünen ölümü kabullenememe hâlinin aslında daimi bir yanılsama olduğunun ortaya çıkmasıdır. İnsan olmak, en azından modern Batı kültürlerinde, ölüm bilgisini olabildiğince ertelemek demektir. (…) Bir salgın sırasında ölüm, var oluşun kenar mahallelerine sürgün edilemez. Bilakis, odadan odaya gezinen kesintisiz bir mevcudiyete dönüşür.
Manevi açmazlara kafa yoran Weil
Geçmişin faciaları ile zamanımızın savaş, salgın ve iklim değişikliğine bağlı ekolojik kriz gibi trajedileri arasındaki ortak nokta, ölümü hatırlatan; başka bir deyişle yaşam neşemizi alıp götüren derin kaygı. Bunun büyüttüğü şeylerin başında da şiddet ve adaletsizlik geliyor. 1930’ların sonunda Weil, “deliren dünya” diyerek erken bir tarif geliştirmişti. Rose, bunun toplumsal düzenlemelerin yarattığı zulmü, var olan şiddeti ve şiddet eğilimini, adalet ve ahlak gibi iki kavram üzerinden çözümlediğini anımsatıyor:
Weil’in kalbi adalet için atıyordu. Adalet onun nakaratıydı. Başından sonuna dek yazılarının hemen her aşamasında yinelenen bir ilke olan adalet kavramı, mistik Weil’i aktivist Weil’den ya da Tanrı aşığı Weil’i, fabrika işçisi Weil’den ayırmaya yönelik her türlü girişimi -pek çok kişi tarafından denenmiş olsa da- boşa çıkarır.
Israrlı adalet savunusu, kutsanan köleliğe ve ölüme karşı yaşamdan yana attığı zar, Weil’in “deli” diye nitelenmesine yol açsa da o, silahların bırakılması için bu tavrından asla ödün vermiyor.
Rose’a göre Weil, cennet vaatlerini ve vaazlarını elinin tersiyle iterken “manevi bir açmaz”ı çözmeye uğraşıyordu. Bireylerdeki şiddet eğiliminin açığa çıkışına tanık olan Weil, Rose’un atıf yaptığı şu cümleyi kâğıda dökmüştü:
Herhangi bir insan kategorisini hayatı değerli olanlar grubunun dışına çıkarttığınız anda öldürmek çok doğal hâle gelir.
Faşizm ile sömürgeciliği aynı yolun yolcusu sayan Weil, her ikisinde de olanak verildiğinde insanların, ruhun en karanlık noktalarını açığa çıkardığını söylüyor. Her ikisinin de yok etmeye, yıkmaya ve katliama tutunduğunu, hatta insanlara ölümlülüğünü kavrama fırsatı bile vermediğini hatırlatıyor.
Rose; Camus’nün, Freud’un ve Weil’ın fikirlerine başvurarak ölçüsüz ve yıkıcı eylemlerin karşısına ölüm gerçeğinin dikildiğini anımsatırken bunun, insan olmanın sınırını belirlediğini söylüyor. Başka bir deyişle güç zehirlenmelerinin, narsisizmin ve hırsların önünde bir duvar gibi dikilen ölümün yaşamla sınır komşusu olduğuna dikkat çekiyor.
Veba: Çağımızda Ölümü Yaşamak, Jacqueline Rose, Çeviren: Burcu Tümkaya, Yapı Kredi Yayınları, 128 s.


