Share This Article
Geçtiğimiz haftalarda Türkiye sınır kapılarını tek taraflı açtı. Şişme botlar, gaz bombaları, soğuk, ölüm tehlikesi ve sığınmacılara edilen hakaretler, atılan taşlar görmezden gelindi. Savaşın zalimliklerinin dökümü izleyicilerini sarsmıyor artık.
Utanabilen, başkalarının adına da korkabilen insanlarsa bir kez daha bağırdı: Yetmez mi? Çünkü utanabilen ve korkabilen insanlar olan bitene baktıklarında, kokuşmuş stratejik bir derinlik değil yalnızca gerçeği görüyorlar. Evlerinden sürülmüş, güvenli bir yer arayan kişilere karşı hissetmeye borçlu oldukları duygular olduğunu biliyorlar.
Savaşın, evinden ayrılmanın iki dizi arasında geçiştirilecek bir şey olmadığını, bu dehşeti hissedebiliyorlar. Bu kıyımı, bu yıkımı irkilmeden izleyemiyorlar. Sokakta karşılaştıkları sığınmacılara utanmadan bakamıyorlar, ya da belki öyle çok utanıyorlar ki onlara bakamıyorlar bile.
Çünkü biliyorlar ki, “Savaş yırtar, savaş parçalar. Savaş iç deşer, savaş bağırsakları söküp boşaltır. Savaş teni yakıp kavurur. Savaş organları bedenden koparır. Savaş yıkıp yok eder.” (2) Ve biz şimdi bir yıkımın içinden çıkmaya çalışan insanlara verdiğimizi sandığımız o yok-destekle mi övüneceğiz yani? Bunun hesabını attığımız taşlarla, gaz bombalarıyla mı soracağız?
Ailesi, evi, yurdu, başka insanlara besleyeceği güven ve kardeşlik hissi elinden alınan, çocuk olma hakkı tanınmayan sığınmacı çocuklar ne olacak peki? Korkuyorum. Utanıyorum.
‘Aklına hangi oyunlar geliyor?‘
“Annem, yaşadığımız şehirden ayrılmak zorundayız dedi, bizim için artık güvenli değilmiş. Bunun nasıl bir şey olduğunu anlatayım, ister misin?” Benim adım Mülteci değil bu cümlelerle açılıyor. Ve anadilinden, evinden sürülen bir çocuğun çıkmak zorunda kaldığı o zorlu yolculuğu gayet basit bir dille ve bize basit cümleler yönelterek anlatmaya başlıyor. Bütün arkadaşlarınıza veda etmek zorundasınız.
Yanınıza sadece taşıyabileceğiniz kadar eşya alabilirsiniz: Siz olsanız neler alırdınız yanınıza? Musluklarından su akmayan, çöplerin hiç toplanmadığı bir yerde yaşayabilir miydiniz? Yürüyerek ne kadar uzağa gidebilirdiniz ya da? Hayatına göz dikilen, yaşıtlarıyla bir arada olma, eğitim alma yani çocuk olma hakkı gasp edilen sığınmacı bir çocuk gibi ülkeler aşabilir miydiniz? Yalnız kalmakla baş edebilir miydiniz?
Bazısı gündelik hayata ilişkin bu sorular (“Dişlerini nerede fırçalarsın? Pantolonunu nerede değiştirirsin?”) sığınmacıların maruz kaldığı, dayanmak zorunda olduğu güçlüklerin tahayyülümüzün bir kat daha üstünde olduğunu gösteriyor. “Evinden edilme” düşüncesi, bu genel haliyle, bize ne kadar zor gelse de iş, gündelik hayatta karşılaşacağımız zorluklara/zorunluluklara gelince her şeyin misliyle çoğaldığını görüyorsunuz.
‘Sana mülteci diyecekler‘
Kate Milner’ın yazıp resimlediği Benim adım Mülteci değil, evinden edilmiş kişi sayısının yetmiş milyonun üzerinde ve bu sayının neredeyse yarısının çocuk olduğu bir dünyada, basit kurgusu, sade çizimleriyle okura doğrudan sorular yönelterek empati duygusunu aşılamaya çalışması nedeniyle ayrıca değerli bir kitap.
Bu kitap her ne kadar “çocuk kitabı” olarak tanımlansa da pek çok yetişkine tavsiye edilebilir. Zira yazarın sorduğu basit görünen sorular işin ciddiyetini iyice kavratıyor okura. Evinden ayrılmak zorunda kalmış yetişkin mültecilerin, maruz bırakıldıkları kimliksizleştirilmeyle baş etmeleri çocuklarınkine oranla bir nebze daha kolay olabilir belki.
Oysa henüz kimliğini bulamamış bir çocuğu mülteci diye çağırarak onu iyice kimliksizleştirmek uzun yıllar doldurulamayacak bir oyuk açacaktır o çocuk üzerinde. Benim adım Mülteci değil bu kimliksizleştirilme haline dikkat çekiyor.
Kitabın kahramanının bir adının olmaması, daha doğrusu bu adın okura söylenmemesi ise onunla bağ kurmamızı daha da kolaylaştırıyor ve konunun altına kalın çizgiler çekerek şunun üzerine bir kez daha düşünme çağırıyor bizi: İsimlendirmekle (nominate) hükmetmek (dominate) arasındaki bağ.
*
Pek çok yetişkin çocuklara kendi olmanın güzelliğini/ doğruluğunu anlatan kitaplara bayılır. Benim adım Mülteci değil, kendi olma meselesine de daha farklı ve daha gerçek bir yerden tekrar bakmanızı sağlayacak.
Öte yandan okullarda, evlerde, kütüphanelerde konu üzerine atölyeler düzenlemek çocukların, belki de onlarla aynı sınıfta eğitim gören, anadilinden, evinden kopmuş sığınmacı çocukları anlamalarını kolaylaştıracaktır.
Çocukların, durumu kendi kimlikleri üzerinden ele almaya çalışmalarıysa pek çok yetişkinin başarısız olduğu empati kabiliyetini artıracaktır belki de. Peki bu, gerçeği taşımamızı kolaylaştıracak mı?
Benim adım Mülteci değil / Kate Miller / Çeviren: Aren Turhan / Arden Yayıncılık / 2019 / 32 s.
Dipnot:
1) Başlık, Susan Sontag’ın Başkalarının Acısına Bakmak isimli kitabından.
2) Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak, Agora Kitaplığı, 2004, s.6.