Share This Article
2024 yılında birçok yeni dizi izleyiciyle buluştu. Bazıları sıradan bulunurken, bazıları ise hayal kırıklığı yarattı. Ancak, bazı yapımlar binlerce izleyicinin beğenisini kazanarak yıla damgasını vurdu. Biz de sizler için bu yılın en dikkat çekici 10 yabancı dizisini bir araya getirdik.
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
10- The Diplomat
The Diplomat’ın ikinci sezonunda, ABD’nin İngiltere Büyükelçisi Kate Wyler (Keri Russell), savaş bölgesi yönetiminde uzmanlaşmış ve açık sözlü bir problem çözücü olan Kate’in, kendi isteği dışında ABD’nin Londra Büyükelçisi olarak atanmasıyla başlar. Genellikle çok az sorumluluk taşıyan ve sadece doğru şeyleri söylemeyi ve giymeyi seven kayıtsız tipler tarafından üstlenilen bu rol, Kate’in tarzına tamamen aykırı.
Bu durum, başlangıçta İngiliz siyasetinin yavaşlatıcı geleneklerini keskin bir şekilde ele alan, zekice ve oldukça komik bir komedi yaratıyor. Bununla birlikte, Kate’in ve daha deneyimli, kendi çıkarlarını ön planda tutarak manipülatif bir şekilde hareket eden kocası Hal’in (Rufus Sewell) Londra’ya gelişi tesadüf olmuyor.
Basra Körfezi’nde bir İngiliz savaş gemisinin saldırıya uğramasıyla başlayan olaylarda baş şüpheli olan İran ve koridorlardaki fısıltılar arasında Rusya’nın adı da geçiyor. Washington’daki karar vericiler, Kate’in yeteneklerini fark ederek yaklaşan uluslararası krizi yönetmesi için onu Londra’ya gönderdiği ortaya çıkıyor.
Birinci sezon ilerledikçe, The Diplomat tam bir siyasi/komplo gerilimine dönüşmüş; katmanlı gündemler ve gizli ittifaklar üzerinden ilerleyen bir hikâye haline geliyor. Kate hâlâ tören ve protokol içeren her şeyden kaçınsa da artan riskler karşısında, diplomasinin bir oyun gibi dönüştüğü dünyada ustalaşmaya başlıyor. Bu durum, onun içgüdüleri ayırt etme, doğaçlama çözümler üretme ve hiçbir şeye körü körüne güvenmeme gibi temel becerilerinden besleniyor.
İkinci sezon, ilk sezonun o unutulmaz anın devamı niteliğinde olup, aynı zamanda ustalıklı bir dil tutturuyor: Hiçbir an boşa harcanmıyor ve kendinizi bir anda diziyi gece saat 2’de hâlâ izlemeye devam ederken buluyorsunuz.
Bu arada, The Diplomat’ın siyaseti, fantezi ile gerçekliğin baharatlı bir karışımını sunuyor. Fantezi, büyük ölçüde The West Wing ile benzer şekilde, ABD ve Britanya’daki gerçek güç pozisyonlarında bulunan kişilerin doğru olanı yapma konusunda korkusuz ve dürüst olduğu yönündeki abartılı bir iyimserlik pompalıyor. Ancak acı gerçek, Kate ve diğer karakterlerin, aşırı sağa tehlikeli bir şekilde yakın duran İngiliz bürokratlarıyla karşı karşıya gelmeleriyle farklı bir noktaya evriliyor. İkinci sezon, bu yozlaşmış yönetimin, siyasi kazanç uğruna kendi halkına karşı terörü hoş görmesi ve hatta organize etmesi gibi rahatsız edici derecede bir fikir üzerine inşa ediliyor.
Rory Kinnear, haydut İngiliz Başbakanı Nicol Trowbridge rolünde müthiş bir performans sergiliyor. Boris Johnson‘a benzeyen ama daha kötü olan bu karakter, kendini beğenmişlik ve imparatorluk sapkınlığının kokusunu taşırken soytarılığın dozunu azaltmayı başarıyor.
Öte yandan, David Gyasi’nin canlandırdığı Austin Dennison karakteriyle gerçeklikten tekrar fanteziye geçiyor. Keskin zekası, kesin tavırları ve titizlikle ilkeli yapısıyla Dennison, dışişleri bakanı olarak hayal edilmesi zor bir karakter izlenimi sunuyor.
9- Tulsa King
Hell or High Water filmini ve Yellowstone dizisini önümüze getirmiş Taylor Sheridan ile The Sopranos’un baş yapımcısı Terence Winter’ın imzasını taşıyan Tulsa King, epey umut vadeden bir suç draması. Dizi, 25 yıllık mahkumiyetinin ardından New York’taki mafya ailesi tarafından Oklahoma’da yeni bir ekip kurması için görevlendirilen Dwight Manfredi’nin (Sylvester Stallone) hikâyesini konu ediniyor.
Bir röportajında, The Godfather’da yer alan meşhur düğün sahnesinde figüran olmak istediğini ancak reddedildiği duygusal bir tonda anlatan Stallone için Capone‘den sonra bu hayalini nihayet gerçekleştirebildiği bir yapım olmuş. Tulsa King için kamera karşısına geçen diğer oyuncular arasında Martin Starr, Domenick Lombardozzi, Nick Cenatiempo, Max Casella ve Robert Walker Branchaud var.
İlk olarak Kansas City adıyla Aralık 2021’de duyurulan dizinin yapımcıları arasında MTV Entertainment Studios ve 101 Studios’un da bulunuyor. Bu yıl üçüncü sezonunu geride bırakan dizi, Stallone için de bir ilk. Nitekim Tulsa King, ünlü oyuncunun düzenli olarak rol aldığı ilk televizyon yapımı oldu.
8- The Penguin
Matt Reeves’in 2022 tarihli Batman filmindeki rolünü tekrar canlandıran Colin Farrell’ın başrolde yer almasına ve hikâyenin üçüncü perdesinde Riddler’ın Gotham’da yarattığı felaketin hemen sonrasında geçmesine rağmen, Penguen’i bir Batman karakteri olarak değil de genç yetişkinler için The Sopranos vari uyarlaması olarak düşünmek daha doğru olur. Batman dizide hiç görünmüyor ve sergilenen kötülükler –Oswald Cobblepot yerine Oz Cobb olarak bilinen Penguen’in eylemleri dâhil – karikatürize edilmekten çok uzak, tamamen insani boyutlarda ele alınır.
Penguen’in patronu ve Falcone suç ailesinin başı olan Carmine Falcone, Batman filminde öldürülmüştü. Şehirde oluşan bu güç boşluğu, Penguen’in bir gece kulübünü ve gangsterlerin uyuşturucu işinin bir kısmını yöneten, ancak asla tam anlamıyla kabul görmeyen orta düzey bir gangster konumundan yükselme çabalarını hızlandırır. Penguen’in Gotham’a hükmetme hedefine doğru ölümcül bir oyunu izlemesinin ardında saygı görme arzusu yatmaktaydı. Bu durum, Penguen’i yalnızca bir serinin para hırsıyla yapılmış bir yan ürünü olmaktan çıkararak çok daha fazlasına dönüştürür.
Cobb, yükselmek için ilk adımı olarak Carmine’ın oğlu, işe yaramaz varis Alberto’yu öldürür. Bu hamle, duygusal anlamda neredeyse Alberto’nun ölümü kadar yıkıcı bir değiş tokuşun ardından gerçekleşir ve nispeten kolay bir zafer gibi görünür. Bu sahne, dizinin iyi bir yapım olduğunu daha en başından izleyiciye hissettirir.
Cristin Milioti, Alberto’nun çok daha yetenekli kız kardeşi Sofia’yı canlandırır. Sofia, işlediği iddia edilen bir dizi cinayet nedeniyle 10 yıl boyunca kaldığı Arkham akıl hastanesinden yeni tahliye edilmiştir. Cobb ile Sofia arasında geçici bir bağ oluşur. Cobb gençken onun şoförlüğünü yapmıştır ve Sofia, sırf erkek olduğu için yeteneksiz insanların tercih edildiği bir dünyada yaşamak zorunda bırakılmıştır. Ancak, Sofia’nın kardeşinin ölümünde Cobb’un bir rolü olduğuna dair şüpheleri arttıkça bu bağ gerilir ve sonunda tamamen kopar.
Bu arada Cobb, şehirdeki selde evini ve ailesini kaybeden, yalnız başına hayatta kalmaya çalışan Victor (Rhenzy Feliz) adında genç bir çocuğu şoförü ve yardımcısı olarak işe alır. Cobb, Victor’u koruması altına alır ve aralarındaki ilişki, Cobb’un doğası veya yetiştirilme tarzı farklı olsaydı nasıl bir insan olabileceğine dair hassasiyetle işlenmiş anlarla şekillenir. Bir insan doğa olarak mı yoksa yetiştirilme tarzı olarak mı kötüdür? Bu ikilem, Penguen’in sürekli olarak oynamayı sevdiği sorulardan biridir. Bu sorunun bir parçası olarak, Cobb’un akli dengesi yerinde olmayan annesi Francis (Deirdre O’Connell) hikâyeye dâhil edilir ve aile kökenleri hikâyesinin giderek daha önemli bir parçası haline gelir.
Penguen, hiçbir unsurun hikâyeyi gölgede bırakmasına izin vermiyor. Cobb’un zaferden ya da felaketten kıl payı kurtulduğu anların gerilimi, seyirciyi sürekli tetikte tutuyor. Dizinin temposu hızlı, kurgusu ise derli toplu. Colin Farrell, unutulmaz bir performans sunuyor. Farrell, acımasız bir katilin hemen altında, küçümsenen ve az sevilen bir varlığın çaresizliğini her zaman canlı tutmayı başarıyor. Sofia, Victor ve onunla kurduğu diğer ilişkiler aracılığıyla Cobb’un olabileceği adama dair kısa ama etkileyici anlık görüntüler sunulur ve bu, izleyicinin kaybının yasını tutmasını sağlıyor.
Penguen, mevcut hayran kitlesini yakalamak ve yenilerini yaratmak için yeterince aksiyon ve duygu barındıran, kaygan ve güçlü bir yapım olarak dikkat çekiyor.
7- Wolf Hall: The Mirror and the Light
Hilary Mantel’in Wolf Hall adlı başyapıtının televizyona uyarlanmasının üzerinden neredeyse on yıl geçtiğine inanmak neredeyse imkânsız. İster Mantel’in eserini okuyor olun, ister senarist Peter Straughan ve yönetmen Peter Kosminsky’nin özenle işlediği ve bizim için düzenlediği bu görsel ziyafeti izliyor olun, Tudor’ların yok oluşunu çarpıcı bir görsellikte görüyorsunuz.
2015 yapımı dizi, üçlemenin ilk iki kitabı olan Wolf Hall ve Bring Up the Bodies’i kapsıyordu. Putney’li demirci çocuğu ve VIII. Henry’nin danışmanı olan Thomas Cromwell’in hikâyesi, kralın Aragonlu Catherine ile olan evliliğinin sona ermesi, Roma’dan kopuşu, Anne Boleyn’in taç giymesi ve nihayetinde – siz aksini ummaya devam etseniz bile – Jane Seymour’un önünü açmak ve erkek bir varis elde etme çabasıyla Boleyn’in idamına kadar ilerliyordu. Wolf Hall: The Mirror and the Light, Cromwell’in hayatının son dört yılını ve trajik sonunu konu alarak bu destansı hikâyeyi aynı zarafetle tamamlıyor. Sonuç, tam anlamıyla nefes kesici.
Straughan ve Kosminsky, diziyi Anne Boleyn’in ölümünden birkaç gün sonrasıyla başlatıyor. Kral Henry’nin (Damian Lewis) yeni gelini için yaptığı hazırlıklar, Cromwell’in merhum kraliçeye dair anılarıyla ustalıkla iç içe geçiyor.
Claire Foy’un, idam sehpasındaki korkusunu zar zor kontrol eden Anne Boleyn rolünü unutmuş olmanız ihtimaline karşı, bu anılar hafızanızı tazeleyecek güçlü sahnelerle yeniden karşınıza çıkıyor. Zaman bir kez daha çözüyor sınırlarını; biz ve Tudor sarayı ile Cromwell arasında, onun neden olduğu bu özel felaketin yankıları arasında kayboluyoruz.
Cromwell’i bir kez daha Mark Rylance canlandırıyor ve yine eşsiz bir performans sunuyor. Her şeyi anlatıyor ama hiçbir soruya doğrudan cevap vermiyor. Onu her gördüğünüzde, Henry’nin artan kapris ve öfkesinin sonuçlarıyla yüzleşen bu adam hakkında hem daha fazla hem de daha az şey bildiğinizi hissediyorsunuz.
Bu kez karakteri bir “monolit” olmaktan çıkarıp daha insani yönlerini keşfediyoruz. Özellikle Kardinal Wolsey’in gayrimeşru kızıyla olan sahnesi, izleyiciyi derin bir duygusal çöküşe sürüklüyor. Bu sahne, aklınızı başınızdan alırken kalbinizi de parçalıyor; sahne sona erdiğinde hem siz hem de Cromwell bir süre dağılmış parçaları toplamak zorunda kalıyorsunuz.
Dizinin başlarında, Cromwell, Anne’in babası Thomas Boleyn’in yerine Lord Privy Seal olarak yükseliyor. Ancak bu yükselişi, hem eski hem de yeni düşmanlarının öfkesini üzerine çekiyor.
Henry’nin kızı Mary’nin sadakatini kazanmak, annesine olan bağlılığını kırmak ve Henry’ye olan itaatini zor da olsa sağlamak Cromwell’in en önemli görevlerinden biri hâline geliyor. Ayrıca Mary’nin meşruiyetini yeniden tesis etmek ve mümkünse aracılık edeceği bir evlilikle bu durumu pekiştirmek zorunda.
Her karar ve her potansiyel adım, sonuçları tartılarak ve felaketi önleyecek bir umutla belirsizlik içinde bırakılarak şekilleniyor. Tüm bu süreç, mum ışığında geçen politik, dini ve psikolojik bir gerilime dönüşüyor.
Bu kez Janet Henfrey’nin yerine Harriet Walter, Lady Margaret Pole rolünde karşımıza çıkıyor. Walter, modern dönemdeki kötücül ana karakterlerini sessiz ama dehşet verici eşdeğerine kusursuz bir şekilde taşıyor. The Succession, dizisindeki keskinliği ve karanlığı, burada 16. yüzyılın politik oyunlarına aynı ustalıkla yansıtıyor.
Jonathan Pryce’daKardinal Wolsey rolüyle geri dönüyor. Onun varlığı, Cromwell için bir vicdanın ya da belki de hayatını şekillendiren yalan ve gerçeklerin hoş bir hayali olarak tezahür ediyor. Cromwell, bu katmanları ayırarak hangisinin ona ne zaman hizmet edeceğine karar vermeye çalışıyor. Damian Lewis’in canlandırdığı kral ise, tabii ki her zaman kral. Henry’nin varlığı, sahnelerin üstüne çöken bir güç olarak izleyiciye her an hissettiriliyor.
Senaryo, mimari bir mucizesi gibi görünüyor. Öyle ki, ilk dizi Mantel’in 1200 sayfalık mükemmel düzyazısını altı saate sığdırmayı başarmıştı. Bu kez ise üçlemenin son 900 sayfası yoğun bir şekilde damıtılarak izleyiciye sunuluyor. Ancak bu kez hikâye daha az biliniyor ve her anın izleyiciyi yönlendirmek için daha da dikkatli işlenmesi gerekiyor.
Bu kadar yoğun bir bilgi birikimine rağmen, hiçbir şey aksatılmıyor; entrikalar hiç azalmıyor ve Cromwell’in giderek karmaşıklaşan yaşamına dair cehaletimiz, tam zamanında gelen açıklamalarla dağılıyor.
Sonuç, görebileceğiniz en karmaşık ama bir o kadar da erişilebilir yapımlardan biri. Arthur C. Clarke’ın “Yeterince gelişmiş bir sanat, sihire benzer” sözünden hareketle, burada da tam da böyle bir sihirle karşı karşıyayız. Altı saatlik büyü!
6- Eric
Eric, ender rastlanan orijinal bir Netflix yapımı. Ender rastlanan diyoruz çünkü uzun zamandır doğru dürüst bir Netflix dizisi ile karşı karşıya gelmemiştik. Abi Morgan’ın kaleme aldığı altı bölümlük dizide başrolü Benedict Cumberbatch üstleniyor.
Cumberbatch, Susam Sokağı benzeri bir çocuk programı olan Good Day Sunshine’ın arkasındaki yaratıcı deha, kuklacı Vincent’a hayat veriyor. Ancak hikâye, Vincent’ın dokuz yaşındaki oğlu Edgar’ın (Ivan Morris Howe) okula giderken kaybolmasıyla bambaşka bir yöne evriliyor. Vincent, Edgar’ın gösteri için tasarladığı yeni kuklayı hayata geçirirse oğlunun eve döneceğine kendini inandırıyor.
Bu olaylara, başkaları tarafından görülemeyen ve Cumberbatch’in seslendirdiği, Vincent’ın umutlarının, korkularının, suçluluk duygusunun ve giderek çöken akıl sağlığının bir tezahürü olan Eric de dâhil oluyor. Eric, 3 metre boyunda, bir Muppet ile Monsters, Inc. yaratığı arasında bir tasarıma sahip, absürt bir figür olarak Vincent’ın bilinçaltı olarak etrafta dolaşıyor.
Eric karakteri, büyük bir odak noktası hâline gelmiş olsa da aslında kukla Eric, hikâyenin küçük bir parçasını oluşturuyor. Cumberbatch, tahmin edilebileceği gibi, Vincent karakterinde olağanüstü bir performans sergiliyor. Edgar’ın kayboluşuyla başa çıkmaya çalışırken hem alkol şişesine sarılan hem de kendi narsizmi ile boğulan Vincent’ın psikolojik çözülüşünü muazzam bir derinlikle aktarıyor.
Eşi Cassie’yle (Gaby Hoffmann) olan kırılgan ve çatışmalı evliliği, bu trajediyle daha da çatırdıyor ve Vincent’ın meslektaşları birer birer ondan uzaklaşmaya başlıyor. Edgar’ın sağ salim dönmesi için ödül parası tekliflerini geri çevirecek kadar varlıklı olan Vincent, ailesiyle olan bağlarını da büyük ölçüde koparmış durumda.
Dizinin başında Edgar’ın kayboluşu, hikâyenin merkezi gerilim unsuru olarak öne çıksa da, küçük Edgar’ın nerede olduğunu öğrendiğimizde bu gerilim hızla çözülüyor. Kayıp çocuk hikâyesi, beklenmedik bir şekilde, dizinin ana konusu olmaktan çıkarak arka planda işlenen bir yan hikâye dönüşüyor.
Bunun yerine drama, evlilik çöküşünden kuşaklar arası çatışmalara, bağımlılıktan sadakatsizliğe, kederden belediye yolsuzluğuna kadar geniş bir tematik alana yayılıyor. 1980’lerin kirli ve kaotik New York’unda geçen hikâye, rüşvet ve yozlaşmanın neredeyse her kurumu sardığı bir atmosferde, ırksal önyargılardan çocuk istismarına, uyuşturucu krizinden HIV/AIDS salgınının neden olduğu homofobiye kadar pek çok sosyal sorunu ele alıyor.
Bu hikâyelerin kesişim noktası ise NYPD dedektifi Michael Ledroit (McKinley Belcher III). Ledroit, ölüm döşeğindeki partnerine evde bakan, Afro- Amerikalı eşcinsel erkek olarak dikkat çekiyor. Sadece birkaç sahnede ilişkilerinin derinliği ve duygusal ağırlığı öylesine etkileyici bir şekilde aktarılıyor ki, izleyiciyi derinden sarsıyor.
Ledroit, eski bir mahkûm olan Gator tarafından işletilen ve köhne bir gece kulübü olan Lux’ta, yasadışı faaliyetler döndüğüne inanıyor. Hikâye ilerledikçe, Edgar’ın kayboluşunun Gator ve Lux’taki karanlık olaylarla nasıl bağlantılı olduğu yavaş yavaş açığa çıkıyor.
Diğer yandan Edgar’ın kaybolması, annesi Cecile’i (Adepero Oduye) başka bir kayıp çocuk vakasına, siyahi bir çocuk olan Marlon Rochelle’in hikâyesine geri çekiyor. Cecile, Marlon’un davasının bir yıl boyunca polisin ve medyanın dikkatini çekmekte ne denli başarısız olduğunu fark ediyor ve bu durum toplumsal eşitsizliklere dair güçlü bir alt metin sunuyor.
Cumberbatch’in Vincent’ın trajik bir şekilde umutsuzluğa ve deliliğe sürüklenişini canlandırdığı için ödüllerle taçlandırılması muhtemel ve haklı bir beklenti. Belcher’ın performansı da bir o kadar övgüye değer. Belcher, sakin bir profesyonellik sergileyen ama altında derin bir öfke ve acıyı barındıran bir dedektifi ustalıkla canlandırıyor. Eve döndüğünde ise sevgi dolu bir partner rolüne bürünüyor ve geleceğin ne getireceği konusundaki endişelerine rağmen bir şekilde umuda tutunmaya çalışıyor.
Eric, güçlü bir başlangıç yapıyor ve Edgar’ın kayboluşuna odaklanıyor. Ledroit’in CCTV kayıtlarını dikkatlice incelemesi, kan testi sonuçlarını beklerken geçen zamanın yoğunluğu ve şüpheli listesini oluşturması gibi dijital öncesi polis prosedürleri, izleyiciyi adeta içine çekiyor. Ancak ilerleyen bölümlerde hikâye, fazla geniş bir tematik alana yayılıyor ve bu da ana olay örgüsünü zayıflatıyor. Eric karakteri bile hikâyeden adeta kenara itilerek etkisiz bir figür hâline geliyor. Hatta bu süreçte, Cassie karakterine daha fazla alan açılabilirdi.
Dizi, Cumberbatch, Hoffmann ve Belcher gibi üst düzey oyuncuları kendine çekmeyi başaran iddialı bir yapım. Ayrıca yan rollerde Clarke Peters gibi ustalar da yer alıyor ve bu yan karakterlerin her biri etkileyici bir performans sergiliyor. Eric, tematik yoğunluğu nedeniyle zaman zaman yorucu bir deneyim sunsa da, cesur ve özgün bir girişim olarak kesinlikle takdiri hak ediyor. Eğer bir noktada hedefi ıskaladıysa bile, bu onun değerini azaltmıyor; aksine daha da anlamlı kılıyor.
5- The Day of the Jackal
The Day of the Jackal’ın ilk birkaç dakikasında, Eddie Redmayne’e neden bu kadar yatırım yapıldığını sorguluyorsunuz. Yaşlı bir Alman olarak o kadar iyi gizlenmiş ki, tüm protezlerin altına herhangi biri saklanmış olabilirdi. Ancak kısa süre sonra, bir ofis binasında yoluna çıkan herkesi vurduğu sahnelerden birinde, maskesi, peruğu, makyajı ve kontakt lenslerini çıkararak “gerçek” kimliğiyle ortaya çıkıyor. Bu sahne hem etkileyici hem tüyler ürpertici hem de biraz absürt; ancak bu, dizinin tonunu ve ilerleyişini özetleyen başarılı bir giriş niteliği taşıyor.
Bu yapım, Frederick Forsyth’in 1971 tarihli romanının modernize edilmiş bir uyarlaması olarak, uluslararası politika, casusluk, karanlık ağlar ve yeraltı suç dünyası temalarını günümüze taşıyor.
Eddie Redmayne, şekil değiştirme yeteneğine sahip, keskin nişancı tüfeğiyle rekor mesafelerden hedefini vurabilen ve acımasız bir ölüm makinesi olarak tanımlanabilecek bir suikastçı olan Çakal’a hayat veriyor.
Çakal, bir hedefi vururken araya giren masum kurbanları umursamayan, profesyonel bir katil. Ancak bu versiyonda, aynı zamanda bir aile babası olarak tasvir ediliyor ve bu detay, onu daha insani ve karmaşık bir karakter hâline getiriyor. Karısı ve oğlundan sakladığı büyük sırrıyla, suikastçı kimliğini bir arada tutmaya çalışıyor.
Çakal’la ilk kez Münih’te, popülist politikacıyı öldürmek üzere görevlendirildiği sırada tanışıyoruz. Bu cinayetin uluslararası yankıları olması bekleniyor. Olay, özellikle de bu süper keskin nişancı hakkında bir önseziye sahip olan silah uzmanı Bianca’nın (Lashana Lynch) dikkatini çekiyor. Bianca, MI6 adına bu vakayı araştırmaya başlarken, “Keskin nişancılar benim uzmanlık alanım,” diyerek kendine olan güvenini vurguluyor. Bianca’nın silah modelleri, yenilikleri ve teknikleri üzerine derinlemesine bilgisi, diziyi adeta bir silahseverler cennetine dönüştürüyor.
Çakal, kılık değiştirme ve görünüşte imkânsız tuzaklardan kaçma konularında uzmanlaşmış bir karakter. Ancak en iyi yaptığı şey, insanları güçlü silahlarla kafalarından vurmak. Bu da kaçınılmaz bir şekilde kedi-fare oyununa dönüşen bir hikâyeyi beraberinde getiriyor. Roller sürekli değişirken, Bianca ve Çakal birbirlerini alt etmek için hem fiziksel hem de psikolojik bir iz bırakıyor.
Ancak hikâye, bu doruk noktasına ulaşırken biraz zaman alıyor. On bölümlük serinin ilk beş bölümü aynı anda yayınlanıyor. Bu bölümleri bir oturuşta izlemek, olay örgüsünün belli bir noktada birleşeceğini bilmenize rağmen biraz yorucu olabiliyor. Çakal’ın yarım bıraktığı işleri tamamlamak için çeşitli göz alıcı lokasyonlarda dolaşmaya ara vermesi gerektiği hissini uyandırıyor.
Hikâye, bir yandan paramiliter çatışmaları ve dünyayı yöneten finansal ağları ifşa etmekle tehdit eden milyarder bir teknoloji girişimcisinin dönüşümünü işlerken, diğer yandan Bianca ve Çakal’ın aile hayatını keşfediyor. Bu paralel aile sorunları, her iki karakterin de işlerinin ebeveynlik becerilerini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor. Ancak bu dinamikler, dizinin enerjik gerilimi içinde garip bir ekleme gibi hissettiriyor ve akışı yavaşlatıyor.
Dizi, etkileyici bir açılışla başlıyor. Oyunculuk yeteneklerini en iyi şekilde sergileyen, aksiyon dolu ve son derece gergin bir atmosfer yaratan sahneler, ileride daha da yoğun bir drama vaat ediyor. Çakal’ın cüretkâr planlarını izlemek ve inanılmaz ihtimallere rağmen başarılı olmasını görmek nefes kesici bir deneyim sunuyor. Onun yakalanmayacağını bilseniz bile, her kontrol noktasında ve her riskli durumda nefesinizi tutarak izliyorsunuz.
Ancak ilerleyen bölümlerde, dizi başlangıçtaki hassasiyetini kaybetmeye başlıyor ve çoğu prestijli TV yapımında görülen ortak sorunları devralıyor. Bölümler çok uzun, aşırı gösterişli mekân değişimlerine dayanıyor ve olay örgüsü gereğinden fazla karmaşıklaşıyor. Estonya, İsveç, Almanya ve İspanya gibi lokasyonlar arasında sürekli geçişler, odaklanmayı zorlaştırıyor. Bunun sonucunda, hikâyenin hem Çakal’a hem de Bianca’ya adanması gereken zamanı bölerek her iki tarafı da tam anlamıyla keşfetme şansını kaçırıyor.
Dizi, oyunun kitabını yeniden yazmıyor ve ilk bakışta düşündüğünüzden daha tanıdık bir formülle ilerliyor. Eddie Redmayne’in keskin nişancı karakteri, aksiliklerle dolu bir James Bond versiyonuna benzerken absürt lezzet bulunduruyor. Ancak her şeye rağmen, başlangıçtaki potansiyelini tam anlamıyla gerçekleştiremese bile, son derece keyifli ve gerilim dolu bir tetikçi hikâyesi sunmayı başarıyor.
4- Slow Horses
Bu yalın ve gergin casus dizisinin en heyecan verici özelliklerinden biri, genellikle stilize edilmiş bir tür olan casusluğu kirli, karmaşık ve bir o kadar da komik bir şekilde ele alması. Ancak, bu başarıyı dördüncü sezonunda zirveye taşıyan asıl şey, dizinin etkileyici oyuncu kadrosunun “ateş eden performans”ları. Gary Oldman’ın canlandırdığı Jackson Lamb karakteri, kirli bir deha olarak tanımlanabilecek yetkinlikleriyle karşımıza çıkıyor ve bu rol, Oldman’ın kariyeri boyunca beklediği fırsat gibi görünüyor. MI5’in yardımcısı Diana Taverner’ı canlandıran Kristin Scott Thomas ise alaycı ve keskin performansıyla izleyenlere adeta ders veriyor. İkiliyi aynı sahnede bir araya getirdiğinizde, ortaya adeta havai fişek şovu çıkıyor.
Slow Horses’ın televizyon dünyasında bu kadar konuşulan bir dizi hâline gelmesi dört sezon sürmüş olabilir, ancak bu ilgiyi fazlasıyla hak ediyor. Çünkü dizi başından beri mükemmel bir iş çıkarıyor. Bazıları, dizinin ilk sezonlarının daha başarılı olduğunu iddia edebilir; ancak bugün bile temposunu koruyan Slow Horses, televizyonun en iyi gerilim dizilerinden biri olmayı sürdürüyor.
Gary Oldman, kariyerindeki en iyi performanslardan birini sergiliyor ve agresif bir şekilde şişirilmiş Jackson Lamb karakteri eski usul bir casus; MI5’in yeni, daha halka dönük ve modern yaklaşımlarının aksine, geleneksel yöntemlere bağlı kalan “sürgün ofisi”nde günlerini geçiriyor.
Dördüncü sezon, Londra’nın ortasında bir alışveriş merkezine patlayıcı yüklü bir araçla giren bir intihar bombacısının yarattığı kaosla başlıyor. Bu durum, dizinin ilk bölümünde River Cartwright’ın (Jack Lowden) Heathrow Havalimanı’nda bir tatbikat sırasında yaşadığı fiyaskoyu hatırlatıyor. Ancak bu kez, söz konusu olan bir tatbikat değil, gerçek bir terör saldırısı. Bu saldırı, River’ın yaşlı büyükbabası David’in (Jonathan Pryce) sahip olduğu en karanlık devlet sırlarını tetikliyor ve David’in bunları saklayacak bilişsel kapasitesini kaybetmiş olmasının yaratacağı sonuçları sorguluyor.
Bombalama olayı, her zamanki gibi Diana Taverner’ın çözmesi gereken bir karmaşayı da beraberinde getiriyor. Teknik olarak bu görev ikinci masaya devredilmiş gibi görünse de herkes, aslında gerçek liderin Diana olduğunu biliyor. Özellikle de MI5’ın yeni başkanı Claude (James Callis) olduğunda. Claude, olan biten hakkında hiçbir fikri olmayan, komik derecede beceriksiz bir hükümet temsilcisi olarak dikkat çekiyor. Tüm bu karmaşayı çözme görevi ise, teoride iyi casuslar olmalarına rağmen sürekli kendi kariyerlerini sabote eden Slough House’un uyumsuzlarına düşüyor.
Terör saldırısının hikâyesi İngiltere’nin ötesine geçerek Fransa’ya kadar uzanıyor. Bu süreçte, paralı askerlerin siyasi amaçlarla yetiştirilmesini içeren karmaşık bir komplo da ortaya çıkıyor. Ancak bu komplo, kilit bir karakterin ölümünü taklit etmeden ve MI5’ın ajanlarını umutsuz bir vahşi kaz kovalamacasına sürüklemeden önce sonuca bağlanıyor. Yeni karakterlerden biri olan Ruth Bradley, Lamb’in ölçüsüne sahip olduğunu düşünen bir baş köpeği canlandırarak ekibe hoş bir katkı sağlıyor.
Bu sezon, dizinin en kişisel hikâyelerinden birini anlatıyor. River Cartwright daha ciddi bir karakter olarak öne çıkarken, hem büyükbabasıyla hem de ebediyen alaycı Lamb ile olan ilişkileri daha duygusal bir derinlik kazanıyor. Ayrıca Shirley ve Marcus arasındaki hırçın dostluk da dikkat çekiyor.
Duygusal derinliğine rağmen, Slow Horses başarısını asıl olarak kendi özgünlüğüne borçlu. Lamb, kendi bildiği gibi hareket etmeye devam ederken, Taverner da her ne kadar isteksiz olsa da sonunda onun planlarına uyum sağlıyor.
Dizi, casusluğun çekiciliğini azaltıyor ama bunu yaparken kendi kirli ihtişamının tadını çıkarmayı ihmal etmiyor. Yayın platformlarının içerikleri şişirdiği bir çağda – ki bu, Lamb’in de muzdarip olabileceği bir durum – Slow Horses, yalın, nokta atışı ve çoğu zaman oldukça komik bir hikâye anlatıyor.
Burada, yalnızca yayın süresini uzatmak için var olan gereksiz alt konulara ya da 90 dakikalık sezon ortası bölümlerine yer yok. Gördüğünüz şey tam olarak elde ettiğiniz şey değil; sonuçta bu bir casus hikâyesi. Ancak diziden beklediğiniz şey, cömert bir eğlence ve bu da size bol porsiyonlarla sunulmaya devam ediyor.
3- Say Nothing
Say Nothing, kolaylıkla tam bir kaos hâline gelebilirdi. Dizi, en az yedi farklı anlatıyı bir araya getiriyor; kırk yıllık bir zaman diliminde ileri geri sıçrıyor ve aynı karakterlerin farklı yaşlarını farklı oyuncular canlandırıyor. Ancak, bu karakterleri, onların hikâyelerini ve bu hikâyelerin ortaya çıktığı tarihi o kadar sağlam bir şekilde yansıtıyor ki, izleyici hiçbir zaman kafa karışıklığı yaşamıyor; aksine baştan sona akışın içinde sürükleniyor.
Bu, dokuz bölümlük bu drama dizisinin rahatsız edici unsurları olmadığı anlamına gelmiyor, ancak bu konuya birazdan değineceğiz. The New Yorker yazarlarından Patrick Radden Keefe’in 2018 tarihli çok satan kitabından uyarlanan Say Nothing, hikâyesine Belfast’ın batısında yaşayan, 10 çocuklu dul bir anne olan Jean McConville’in (Judith Roddy) kaçırılmasıyla başlıyor. Jean, muhbirlik yaptığına dair hiçbir kanıt olmamasına rağmen bu şekilde suçlanır. Aralık 1972’de maskeli adamlar tarafından minibüse bindiriliyor ve bir daha canlı görülmüyor.
Yıllar sonra, Dolours Price (Maxine Peake), Dublin’de bir kasetçaların başında ve Belfast Projesi’ne katkıda bulunuyor. Bu proje, Troubles adı verilen çatışma döneminde Katolikler ve Protestanlar, İrlandalılar ve İngilizler arasındaki ölümcül şiddeti yaşayan halkın sözlü tarihini belgeliyor.
Hikâye, uzun bir geriye dönüşle – öylesine uzun ki dizinin büyük bir kısmını oluşturuyor – Dolours’un kız kardeşi Marian (Hazel Doupe) ile birlikte sadık bir cumhuriyetçi evde büyüdüğünü gösteriyor.
Barışçıl protestolarla başlayan bu süreç, giderek bazılarına göre fanatizm, ailesine göre ise davaya sadakat olarak görülen bir bağlanmaya dönüşür. Gerry Adams’ı (gençliğinde Josh Finan, sonraki yıllarda Michael Colgan, ikisi de sessiz ama ürpertici bir etki yaratıyor) ve IRA’nın 70’lerdeki acımasız D Bölüğü’nün lideri Brendan Hughes’u (Anthony Boyle orta yaşlarında ise Tom Vaughan-Lawlor) tanıdıkları noktada, Dolours ve Marian kendilerini IRA’nın saflarında buluyor.
Tam bu noktada, Say Nothing’in her bölüm sonunda Adams, her zaman IRA üyesi olduğunu veya herhangi bir şiddet eylemine katıldığını reddetiyor. Bu reddi, bazen bölümde ele alınan cinayetleri de kapsayacak şekilde genişletiyor.
Eğer Say Nothing bir kurgu olsaydı, muhteşem bir gerilim filmi olurdu. Kurulup bozulan ittifaklar, yüce bir amaç uğruna kendilerini feda eden karakterler silahlı çatışmalara giriyor, bombalar yerleştiriyor ve kaçış planları yapıyor. Bazıları kaçmayı başarırken, bazıları yakalanıyor ve korkunç hapishane deneyimlerinden sağ çıkıyor. Ancak bu bir kurgu değil!
Dolours ve Marian’ın hikâyesi, Mart 1973’te Old Bailey’i bombalayıp 200’den fazla kişiyi yaralamalarıyla doruk noktasına ulaşıyor. Müebbet hapis cezasına çarptırılan kardeşlerin cezaları 20 yıla indiriliyor; Dolours, bu sürenin yedi yılını hapiste geçiriyor. Dizinin son üçte birlik kısmı, Dolours’un sonraki hayatına odaklanıyor. Bu süreç, yalnızca onun değil, diğerlerinin de yaşadıkları ihanetle yüzleşme çabasını ortaya koyar.
Gerry Adams’ın barış sürecine katılarak Sinn Féin’in lideri olarak siyasi yükselişi, Dolours’un IRA’nın “Bilinmeyenler” adı verilen özel timinde “hainlerle” ilgilendiği geçmişteki faaliyetleriyle paralel bir şekilde anlatılıyor. Bu bağlantılar, hikâyeyi açılış sahnelerine geri taşıyor.
Bu, sonu henüz gelmemiş korkunç bir zaman diliminin ve onun ürkütücü hikâyelerinin derin bir incelemesi Say Nothing… “Sessizlik”in gücü, sadakatin bedeli ve bu yükün insanlar üzerindeki psikolojik etkileri, oyuncuların yetkin performanslarıyla sorgulanıyor.
2- Industry
Yüksek finansın yoğun ve rekabetçi dünyasında geçen bu dizinin üçüncü sezonu, ahlaki açıdan muğlak karakterlerini daha önce olmadığı kadar zorladı. Aynı zamanda cinsel istismar ve iklim değişikliği gibi güncel ve tartışmalı konuları cesurca gündeme getirerek bu temaları derinlemesine ele aldı. Tüm bu unsurlar, dizinin kendi temel önermesini dramatik ve etkileyici sonuçlarla yeniden şekillendirmesine yol açtı.
Bu sezon, Marisa Abela ve Harry Lawtey’nin canlandırdığı Yasmin ve Robert karakterlerine önemli eklemeler yapıldı. Yasmin, babasının ani ölümü sonrasında, kendisini “zavallı küçük bir prenses” olarak tanımlayan bu figürün kaybıyla yüzleşirken, mantıksız suçluluk duygusuyla başa çıkmaya çalıştı. Öte yandan, Robert, her zamankinden daha dağınık bir hâlde ve çalıştıkları yatırım bankası Pierpoint’teki mesleki çöküşün ağırlığı altında ezildiğini gördük.
Kadroya, Kit Harington’ın canlandırdığı aristokrat ve manipülatif bir girişimci karakterin katılımı da sezonun en dikkat çekici yeniliklerinden biriydi. Yeşil enerji üzerine odaklanan bir start-up şirketinin kurucusu olarak yansıtılan karakter, hem Yasmin’i hem de Robert’ı rahatsız ederek onları kişisel ve mesleki sınırlarını zorlamaya itti. Harington’ın performansı, hikâyeye dinamik bir katkı sağlayarak sezonun gerilim dozunu artırdı.
Sezon finali ise Pierpoint’in çöküşü ve karakterler arasındaki bağların dramatik bir şekilde kopmasıyla çarpıcı bir noktaya ulaştı. Ancak, bu son bölüm bir dizi finali gibi hissettirse de hikâye burada sona ermiyor. Yeni sezonun, karakterlerin hayatlarını yeniden inşa etmeye çalışacakları bir başlangıç noktası olması planlanıyor.
Tüm bu gelişmeler, dizinin hem anlatı yapısının hem de karakter gelişiminin güçlü bir şekilde desteklendiğini gösteriyor. Hikâyeyi ileri taşımak adına “her şeyi havaya uçurup sıfırdan başlamak” gibi cesur bir karar alması, dizinin yaratıcı ekibinin kendine olan güveninin ve vizyonunun bir işareti.
Industry, yalnızca finans dünyasının karmaşıklığını değil, aynı zamanda bu dünyada var olan bireylerin insani mücadelelerini derinlemesine incelemeye devam ederek, izleyiciyi etkilemeyi sürdüreceğe benziyor.
1- Ripley
Karşınızda, yeteneğinin her zerresini sergileyen, karşı konulamaz bir çekiciliğe ve hafif ürkütücü bir karizmaya sahip bir karakter: Andrew Scott. Netflix’in sekiz bölümlük The Talented Mr. Ripley uyarlamasında, Patricia Highsmith’in Ripliad adıyla bilinen roman serisinin ilk cildindeki ünlü anti-kahramanı Tom Ripley’i canlandırıyor. Scott’ın performansı, karakterin karanlık noktalarını ve çok katmanlı yapısını ustalıkla ortaya koyuyor.
Tom Ripley ile ilk tanıştığımızda, New York’ta sıradan bir pansiyonda yaşam mücadelesi veren küçük çaplı bir suçlu olarak karşımıza çıkıyor. İnsanların postalarını ve çeklerini yönlendirerek, sahte borç tahsilat ajansları işleterek beceriksiz bir yaşam sürüyor.
Ancak kötü bir adamı -ya da yetenekli bir dolandırıcıyı- uzun süre bastırmak mümkün değil. Dickie Greenleaf’in babası, oğlunu (Johnny Flynn) Avrupa’daki bohem hayatını terk edip eve dönmeye ikna etmesi için Tom’a tüm masrafları karşılanmış bir İtalya gezisi teklif ediyor. Tom ise bu fırsatı yalnızca değerlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda adeta ona sıkıca sarılıyor ve bu şansı nereye kadar götürebileceğini görmek istiyor.
Kısa sürede Tom, Dickie’nin hayatına sızarak onun güvenini kazanıyor. Kendini, arkadaşının kişiliğine ve ihtiyaçlarına göre şekillendirmeyi ustaca başarıyor. Bu arada, Dickie’nin soğukkanlı ve giderek şüpheci hâle gelen kız arkadaşı Marge (Dakota Fanning) ise olan biteni köşeden izliyor. Highsmith’in kitabını ya da Anthony Minghella’nın 1999 tarihli ünlü beyaz perde uyarlamasını izleyenler (bu filmde Tom’u Matt Damon, Dickie’yi Jude Law ve Marge’ı Gwyneth Paltrow canlandırmıştı) hikâyeye aşina olabilir. Ancak Netflix uyarlaması, bu klasiği oldukça farklı bir şekilde ele alıyor.
Dizi tamamen siyah beyaz çekilmiş ve kara film estetiğini cesurca kucaklamış. Yağmurlu geceler, gölgelerle dolu sahneler ve yansımalardan bolca faydalanılıyor. Eğer bir su birikintisi varsa, Ripley’nin orada yansımasını görmeniz garanti. Sigara dumanlarının her tıslamasını ve kül tablalarından yükselen her kıvrımını izliyorsunuz. İtalya’nın büyüleyici manzaralarında gezinen bu hikâye, görsel anlamda bir ziyafet sunuyor.
Ancak bu estetik yavaş bir anlatım temposuyla birleşiyor. Graham Greene’in Patricia Highsmith’i “endişenin şairi” olarak tanımladığı o duyarlılığı yakalayabilen izleyiciler için bu yavaşlık, dizinin en güçlü yanlarından biri hâline geliyor.
Tom’un her hareketi dikkatle planlanmış ve gerilim, ustaca işlenen detaylarla katlanarak artıyor. Bu dikkat, Tom’un sahtekârlığını ilerletmek ya da işlediği suçları örtbas etmek için her adımını hesapladığı anlarda kendini en çok belli ediyor. Bu gerilim, Müfettiş Ravini’nin (Maurizio Lombardi) Freddie Miles’ın (Eliot Sumner) ölümünü araştırmak için ortaya çıkmasıyla zirveye ulaşıyor. O noktada izleyicinin gerilimi kaldırabilmek için bir mola vermesi bile gerekebilir.
Dizi boyunca kuşkular ve gölgeler her köşede toplanıyor, yalanlar yavaş yavaş birikiyor. Her bir detay, dikkatli bir sevgili, uyanık bir polis memuru ya da şüpheci bir banka görevlisi tarafından kolayca ortaya çıkarılabilecek şekilde gerilimi artırıyor. Bu noktada, güzellik anları bile zehirleniyor ve kötülük her şeye sinsice sızıyor. Sonuçta ortaya çıkan şey ise karanlık, büyüleyici ve etkileyici bir hikâye oluyor.
Tüm bu kaosun merkezinde ise Andrew Scott var. Röportajlarında, Ripley karakterini teşhis etmek ya da tanımlamak istemediğini belirtmişti, ki bu yaklaşım genellikle belirsiz ya da kafa karıştırıcı sonuçlar doğurabilir.
Scott, bu riskin üstesinden gelerek Tom’u bir olasılıklar kaynağına dönüştürüyor. Herkesin ilişki kurabileceği bir karanlık halk adamı figürü sunuyor. Scott’ın Tom’u, talihlilerin doğal kıskançlığını ve bu kıskançlığın öfkeye, hatta nefrete dönüşümünü mükemmel bir şekilde yansıtıyor. Tom’un Dickie’ye mi yoksa onun yaşam tarzına mı âşık olduğu sorusu ise yanıtlanmadan bırakılarak karakterin derinliği artırılıyor.
Yardımcı oyuncu kadrosu da aynı şekilde etkileyici. Flynn’in canlandırdığı Dickie, yalnızca şımarık bir zengin çocuğu olmaktan öte, zayıf ama hâlâ sevilebilir bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Dakota Fanning’in Marge karakteri ise zekâsıyla dikkat çekiyor; Tom’un niyetlerini anlamasına rağmen karşı hamle yapmak için doğru anı bekliyor. Lombardi’nin Müfettiş Ravini performansı, Scott ile olan sahnelerinde diziye ayrı bir derinlik katıyor ve izleyiciyi ekrana kilitliyor.
Başlarda, dizinin yavaş temposu ve monokrom güzelliği yorucu ya da fazla iddialı gelebilir. Buna rağman Ripley’nin sizi baştan çıkarmasına izin verin. Bu dizide büyüleyici bir sihir gizli ve bu sihir, izleyiciyi etkisi altına almayı fazlasıyla başarıyor.